Tarihî şehrin erkekleri, ellerine aldıkları gazete, karton ve seccadelerle aynı yöne akıyordu Ezan okunmuş ve herkes camideki yerini almıştı Erken gelenler şanslıydı Geç kalanlara ise, hafiften çiseleyen yağmur, sanki sitem ediyordu
Caminin kalabalık olması ve dışarıya taşan cemaatin çokluğu cami idaresini de harekete geçirmişti Emir Dede kendini çoktan fahrî görevli ilân etmişti Gelenleri bir trafik polisi gibi yönlendiriyor ve boş yerlerin doldurulmasını sağlıyordu: “Saflar düz olsun beyler!”, “Şurasını düzelt birader”, “Evlât bir adım ileri gitsen”
Önden başlayarak arkaya doğru safları düzelttirerek geliyordu Emir Dede Kapının yanına yaklaştığında safların uyumsuzluğu hemen dikkatini çekmişti Bir genç, iri vücuduyla iki safı birden işgal etmişti Emir Dede uzaktan tok, fakat bir o kadar da yumuşak seslendi:
- Delikanlı, biraz geri gelsen, düzeltsen şu safı!
Delikanlı, yağmurdan korunmak için, başını kısa aralıklarla caminin gölgeliğine doğru uzatmakla meşguldü Bu sebeple Emir Dede’yi duymamıştı
“Ben bu yağmurda insanlara yardımcı olayım Bu da beni takmasın!” diye geçirdi içinden Emir Dede Canı sıkıldı Bu sefer sesini biraz yükselterek:
- Delikanlı! Duymadın herhalde beni Şu safı düzeltsen, diyorum Bozulmasa saf!
Delikanlı aynı yöne bakmaya devam ediyordu, sanki Emir Dede’yi duymamakta ısrar ediyordu Emir Dede şaşırmıştı Bir müddet ne yapacağını kestiremedi Sonra gencin yanına iyice yaklaştı Yüzüne doğru eğildi Hissettiklerini haykırmak istiyordu
Ama konuşamadı Cümleler düğüm olup boğazına dizildi sanki Kolları yoktu gencin Başı mahcubiyetten eğildiğinde ise, daha da şaşırdı Delikanlının ayakları da yoktu
Annenin yokluğu
Hayallerinin farkına bile varamayacak yaştaydı Ali Bir yolculuğun son durağında, şoförün uyumasıyla gerçeğin soğuk yüzüyle karşı karşıya gelmişti
Artık Ali’nin elleri ve ayakları olmayacaktı Elleriyle çiçeklere dokunamayacak, çayırların o tatlı yeşilliğinde doyasıya koşamayacaktı Bütün bunlara dayanabilirdi Evet, dayanabilirdi; ama ya annesi?
O da elinden uçmuştu Nazını çekecekti belki Onun yanında teselli öpücükleri konduracaktı yaşaran gözlerine Ama onu da kazadan kalan demir yığınları arasında bırakmıştı Yıllar geçse de içinde duyduğu sevgi açlığı bir türlü bitmeyecek ve yalnızlığın o çıldırtıcı gecelerinde annesi hayallerini asla terk etmeyecekti
Ortada kalmanın dayanılmaz acısıyla ikinci yüzleşme
Dört yıl sonra hayatın mânâsına dair bazı gerçekleri yeni yeni anlamaya başlamıştı Ali Babasının ekonomik sıkıntısına, kendinin bakımı da eklenince hayat iyice çekilmez olmuştu Duygusallığı bütün kırılganlığıyla yaşıyordu
O gün babası eve, bir kadınla gelmişti “Cici annen” deyip, oldukça şaşırtmıştı onu Sadece onu mu? “Cici anne”ye de Ali ile alâkalı hiçbir bilgi vermemişti
Günler geçtikçe cici anneden sık duymaya başladığı “Allah belânızı versin!” sözü ve yediği dayaklar Ali’nin yüreğine dokunacaktı
Olmuyordu işte Olmuyordu
Balkonda kendine hazırlanan yeni yer de onu iyice bunaltmış ve incitmişti Sessizliğini Bütün Sesleri İşiten’e anlatmaktan başka da bir çaresi yoktu
Zaman geçmek bilmiyordu sanki Her gün tartışma, kavga
Sebebi belliydi: Ali
Ne yapacak bir şeyi, ne de gidecek bir yeri vardı Babasıyla ara sıra göz göze gelse de, bunlar kelimelere hiç dökülmüyordu
Yıllar yıllara eklendi böylece Ali’nin yaşı on dört olmuştu
“Evlât, seninle biraz konuşmak istiyorum!” dedi bir gün babası Onu ilk defa muhatap almıştı; ilk defa dinleyecekti Belki de ilk defa yüreğinin acısını gözyaşlarıyla karıştırıp anlatacaktı
“Oğlum, artık sana bakamıyorum Bunu biliyorsun Ve bu beni kahrediyor Devletimiz senin gibi çocuklara bakımda bizi yalnız bırakmıyor Bunun senin ve benim için daha hayırlı olacağını düşünüyorum Sana arzu ettiğim gibi bakamamanın ızdırabını artık taşıyamıyorum İmkânsızlığımızı görüyorsun Seni bakımevine göndereceğim Ne olur beni anla oğlum!”
Hiçbir şey söylemedi Ali Daha doğrusu söyleyemedi Sadece yaralanmış yüreğiyle, “Tamam” diyebildi
İlk yolculuk
Babasını çok severdi Ali Hayattaki tek dayanağı oydu Cici annesi geldikten sonra babasına hiç yakın olamamıştı “Baba” deyip kucaklaşamamıştı onunla Birlikte zaman geçirememişlerdi Bu ayrılık onu bir daha görememek mânâsına geliyordu
Ve ayrılık vakti
Karadeniz’in o en uzak ilçesinde kendine yer bulunmuştu Babası onu bu uzun yolculukta bir muavinin huysuzluğuna emanet edecekti
“Ben elsiz ayaksız bu çocuğu yolda nasıl idare edeceğim?” diye itiraz etse de, aldığı paranın cazibesiyle sesini birden kesmişti muavin
Ve yola koyuldular
İhtiyacın ve acizliğin en uç tarafından yol alıyorlardı Mesafeleri aştıkça sanki yola yol ekleniyordu
Yüreği de içi de yanıyordu susuzluktan İçse ihtiyaç hâsıl olacak ve muavinin gözlerine bakacaktı Bu da çok zoruna gidiyordu Yemeden, içmeden yaptığı yolculuğu bittiğinde takati de kalmamıştı artık Şoförün muavinle göz göze gelip “İndir şunu!” demesi ise, onu iyice bitirmişti
Şu koca gök kubbe altında yaşayacak bir yer bulabilecek miydi acaba? Sığınacak ve nazlanacak bir yer
“Arkadaşım seni kim alacak?” dedi muavin hiddetlenerek
Cebindeki telefonu almasını ve son aranan yeri aramasını söyledi ona
Muavin: “Tamam Biraz sonra alacaklar seni!” dedi ve yanından uzaklaştı
Tekerlekli sandalyenin kolunu bile çevirmekten aciz bir yalnızlıkla beklemeye başladı Ali Aklından o kadar çok şey geçiyordu ki! O kadar çok şeye isyan etmek geliyordu ki içinden! Ama anne karnındaki bir bebeği, toprağın altındaki canlıları unutmayan Allah, hiç kendisini unutur muydu? Yine O’na sığınıyor ve ömrünün geri kalan kısmını iradesiyle karşılamak istiyordu
Hayata tutunmaya dair bir ümit
Bu ilçeye geldiğinde içinde bir coşku olmuştu sanki Bir ümit ve bir kıpırdanış Mânâ veremediği bir yürek hoplaması belki de
O genç
Kendine ‘el’ ve ‘ayak’ olacak o genç Bakımını üstlenecek o genç Fikret
Yüzünde bir nur vardı Yüreği yansımıştı o temiz yüzüne
Gönlünü gönlüne katarak “Hoş geldin!” dedi Öyle içten öyle samimi söyledi ki!
Günün büyük bölümünü Fikret’le birlikte geçirecekti Ali Dert ortağı, can yoldaşı olacaktı kendisine Daha da önemlisi, unuttuğu Bir’ini hatırlatacaktı ona
Hastalığını anlamışçasına o güne kadar çok az bildiği Bir’inden bahsetti Ali’ye O’nun varlığından sahneler sundu Kapattığı kapılar bir bir açılıyordu sanki Sorular sordukça cevaplar alıyor ve kalbi yerinden çıkacak gibi oluyordu
Yaşadıklarını, hâlini bir bohçaya sarmış ve haykırmıştı:
“Yalnız olmadığımı anladım” O’nun gücünü hissetmişti güçsüz bedeninde
Kendini O’na teslim etti Gerçek hürriyetin O’na teslimiyette olduğunu anladı
Anladı ve bırakmadı
“Ben ne yapabilirim?” ve “Ben de yapabilirim!” diye düşünmeye başladı Başladı ve alnını ilk defa O’nun huzurunda secdeye koydu Paylaşacak mutlaka bir şeyleri olmalıydı Mutluluğun ve huzurun kaynağının burada olduğunu anladı Geç kalmamalıydı
Yüreği uzun zamandan beri ilk defa hopluyordu İlk defa heyecanlanıyordu İlk defa “Biraz sonra ne olacak acaba?” diye meraklanıyordu Bu müthiş bir duyguydu Hiç yaşamadığı bir şeydi bu
Ümitle sarıldı buraya Sonra kendi gibi arkadaşlarla tanıştı Dertlerini ve hikâyelerini dinledi Kendinden zor durumda olanları gördü Sadece gözleriyle yaşayanı, konuşamayanları ve düşünemeyenleri gördü Hâline şükretti
O günden sonra, geceleri ümitle uzanıyordu yatağına Yarından sürprizler bekleyerek dünyanın en tatlı uykusuna daldı
İçinde mânâ veremediği heyecan öylesine ilerliyordu ki, engel olamıyordu ona
Geçen günler öyle kapılar açıyordu ki, Ali sanki hayata yeniden başlamıştı Yeniden karar vermişti Ve ulaşmak istediği yerlere oradan başlayarak gidecekti
Arkadaşlarının yanına gidiyor ve onlarla sürekli dertleşiyordu Hattâ yemeklerini yapan Seher Teyze bir ara yanına gelip, “Ali evlâdım, bu enerjiyi nereden buluyorsun?” diye merakını izhar etmişti
“Seher Teyze, ben gözlerimin görmesine, rahatlıkla yiyebilmeme şükrediyorum Şükredecek bir şey bulmak tutunacak bir şey bulmaktır, hayattan kopmamaktır Sığınacak bir yeri olmaktır” demiş ve şaşırtmıştı onu
Günlerini arkadaşlarını hayata bağlamaya çalışmakla geçiriyordu Tükenmişliği önlerinden çekip onlara heyecan dolu bir dünyanın varlığını göstermeye çalışıyordu Hele bir keresinde yemekhanede konuşması yok muydu? Ne kadar da tesir etmişti dinleyenlere:
“Arkadaşlar, buraya gelmeden önce hayatın benim için artık bir mânâsı yoktu Bir gâye olmayınca, bir mânâ da olmuyor zâten Gerçek sakatlık ne gözün kör olması, ne elin tutmaması, ne de ayakların olmamasıdır Gerçek sakatlık insanın hayallerinin ve vereceklerinin bitmesidir Size bir sır daha vereyim mi? Dünyanın en mutlu insanı, evet en mutlu insanı kimdir biliyor musunuz? Başkasını mutlu edendir Başkası için yaşayandır Başkasını kendine tercih edendir Elindekini paylaşandır Elmanın iyisini arkadaşına verendir Paylaşandır”
Bu konuşmadan sonra yemekhanede coşkulu bir alkış koptu Bakımevinin müdüründen öğretmenlerine kadar herkesin gözleri ışıl ışıldı
Günler artık mânâ dolu geçiyordu
Resim ve el işi öğretmenleri uzun süredir iş yapamamaktan şikâyetçiydi Ümitleri tükenmiş; düşkünlere teselli verecek cümleleri de bitmişti sanki Onlar da bir çıkış yolu arıyor, bir şeyler yapmak istiyorlardı
Ali ilâç gibi gelmişti onlara Kendi aralarından birinin bu heyecanı, onlara da ümit vermişti
‘Engelliler Haftası’na denk gelen resim, elişi ve ahşap sergilerinden sonra, ilçe halkına bir sürprizleri vardı İlçenin protokolünden halkına kadar salonu dolduran insanlara bir konuşma yapacaktı Ali Günlerdir hazırlandığı konuşma için çok heyecanlanıyordu Sunucu kendisini anons ettiğinde heyecandan kalbi duracak gibiydi Aynı ilçede yaşadığı insanlara duygularını ifade edebilecekti Bu onun için müthiş bir şeydi Büyük bir nezaketle mikrofona yaklaştı Dinleyicilere engellilerin problemleriyle ilgili bilgiler verdi Arkadaşlarının hayat hikâyelerinden kısa kesitler sundu Duygulu anlar yaşandı konuşma boyunca Ama Ali henüz son cümlelerini söylememişti “Son olarak” diye başladıktan sonra katılanlara şu cümlelerle veda etti:“Efendim, biz yaşamak istiyoruz Bizlere acıyarak bakmanızı istemiyoruz Yardım istediğimizde para vermeyin ne olur! Elimizden tutun, karşıdan karşıya geçirin! Bizler bir işe yaramak istiyoruz Bir şey kaldırılırken, onu tutanlardan biri olmak istiyoruz Ne olur bunu bize çok görmeyin Engelimiz bedenimizdedir; zihnimiz ve kalbimiz o kadar açık ki”
Bir adım atmanın ötesinde, bir adım attırmanın mânevî zevkini duymak
Ali artık birlikte kaldığı arkadaşlarının can yoldaşı, dert ortağı olmuştu Hayata tutunmanın adı olmuştu onlar için Kısa filmlerden, gazetelere yazı yazmaya, oradan dergi çıkarmaya ve hayat hikâyelerini kitaplaştırmaya kadar birçok projeye birlikte imza atmışlardı
Ve “Zaman geçmesin!” dedikleri bir yola girmişlerdi
…
Ne kadar da çabuk geçmişti zaman Hayallere ulaşmak hayal iken, ne kadar da çok şey yaşamış ve yaşatmıştı Rabbi’ne gözleri yaşlı, başı önünde şükrediyordu
Kendine son uyarıyı yapan Emir Dede’ye edeple dönüp; “Ayaklarım da yok ellerim de; ama üzülmüyorum amca İnanın o kadar çok ümidim var ki!” dedi ve oturduğu yerden Cuma namazının ilk sünneti için tekbir aldı
Sızıntı Dergisi
Bekir Yalanız..........alinti