Bu lafı bir kişiden daha duyarsam, büyük ihtimalle katil olacağım.
Mailime iki satır bile cevap yazmayanlar "çok yoğun"; bir şey anlatmak
için söz verip haftalarca sesi çıkmayanlar "çok yoğun"; benden başka
herkes ama herkes çok yoğun.
"Aaa tabii; onun için konuşmak kolay. Evde oturup yazıyor sadece.
Çalışmaktan haberi yok."
İstesem ben de "çok yoğun" olabilirim. "Bugün şunu yetiştirmem
lazım; yarın şuraya gidip yazı konusu bulmam lazım, birkaç ay içinde
romanımı bitirme planım var, sarkmaması lazım, o lazım, bu lazım..."
Hayatı boşvermek istedikten sonra "yoğun"
olmaktan kolay mazeret yok ki.
Hatta sadece yemek pişirip, alışverişe çıkıp, dizi izleyip
yaşayarak da "yoğun" olabilirsiniz.
"Sinemaya gidemem ki, bugün temizlik yapacağım." E yapma.
"Ay seni arayacaktım, hep aklımdasın ama işlerden başımı
kaldıramıyorum ki..."
Kainatın en saçma ve zeka özürlü mazereti. Yani "kafama uçan daire
düştü, hastanedeydim" deseniz daha inandırıcı olur.
Normalde hiç kimse hayatının 24 saatini çalışarak geçirmez. En
azından yemek yemek, uyumak ve tuvalete gitmek için ara vermeniz gerekir.
Ve bu aralarda sevdiğiniz insanlarla en azından telefonda
konuşabilirsiniz, değil mi?
Ben bir insana vakit ayırmamanın mazereti olarak "çok çalışıyorum"u
kesinlikle kabul etmiyorum. Eğer biriyle aylarca görüşmüyor ve
"işlerim var, ondan"
diyorsanız, bunun iki anlamı vardır:
a- Ben aynı anda iki işi yapamam. Doğal olarak çalışırken araya
kimseyi katamam. Merdiven çıkarken çiklet de çiğneyemem. Hayatım
allak bullaktır.
Zaman nasıl değerlendirilir bilmiyorum.
b- Seninle görüşmek istemiyorum.
c- Ciddi anlamda işlerim yüzünden görüşemediğimizi sanıyorum. Bu
mazerete gerçekten inanmışım. Kimi kandırıyorum ki?
(Son şıkkı kabul edecek babayiğit pek bulunmaz.) Ve hiç kimse beni
birinci şıkka inandıramaz. Çünkü biriyle görüşmek isterseniz,
mutlaka vakit ayırırsınız.
Bu aralar üst üste birkaç kişiyle bu "çok çalışıyorum da; başka
bir şeye bakamıyorum" muhabbetini yaşadım; konuya o yüzden taktım.
Bir insandan örnek vereceğim. Şu an için kendimi örnek veremem
çünkü "evde çalışan yazar"
olduğum için kimsenin beni iş konusunda ciddiye aldığı yok. Neyse
canım, bana ne? Ben yazıyor muyum? Yazıyorum. Paramı alıyor muyum?
Alıyorum.
Gerisi beni hiç ilgilendirmiyor. Ama şunu da belirtmem gerek.
Öğrencilik hayatım boyunca hiçbir zaman derslerin, sınavların,
çalışmaların, zevklerimin önüne geçmesine izin vermedim. Benim
için okul her zaman ikinci plandaydı.
Eğer çok sevdiğim bir film oynuyorsa, yarınki sınava çalışmayı
birkaç saat sonrasına erteledim ve filmi izledim; canım ertesi günü
ödev yetiştirmeye oturmadan önce gezmek istediyse çıkıp gezdim; ders
çalışmayı planladığım gece bir arkadaşım "haydi sinemaya gidelim"
dediyse herşeyi olduğu gibi bırakıp sinemaya gittim. Çünkü benim
için "sevdiğim insanlar" ve "kendime vakit ayırdığım hayatım"
herşeyden önemliydi.
Hayatımda hiç kimseyi "çalışmam gerek" diye geri çevirmedim.
Bir arkadaşa "hayır, eve gideceğim" dediysem, bu o anda eve gitmek
istememden başka bir sebebe asla dayanmadı. En önemli işin başında
da olsam, bir dostum "seninle konuşmaya ihtiyacım var"
dediğinde ben tüm işleri bırakırım. Çünkü hiçbir şey,
çevrenizdeki sevgi ve sahip olduğunuz yüreklerden daha önemli olamaz.
Hayat kısacık, acayip bir şey.
Hırslarla, kıskançlıklarla ve eşek gibi çalıþmakla bitirilemeyecek
kadar da değerli.
Elbette boş boş oturun demiyorum. Çünkü hayat aynı şekilde, boş
boş oturulmayacak kadar da değerli. Ama iş dediğiniz şey,
sevdiklerinizle, kendinizle, hobilerinizle geçireceğiniz zamanın
tamamını çalıyorsa, inanın bunda büyük bir terslik vardır. Kendini
çalışmaya ciddi bir biçimde adayan ve sevdiklerine zaman ayıramayacak
kadar işlerine gömülmeyi kendi özgür iradesiyle seçen kişiler de var
tabii. Ben böylelerinin asla evlenmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Ve bu, kesinlikle tahammül edebileceğim bir kişilik tarzı değil.
Neyse, geçeyim örnek kişime: Ben ortaokul hayatım boyunca Soma'da
yaşadım.
(Oradaki hayatım da alemdi aslında. Bir ara onu da yazayım...)
Anlatacağım kişi, bir arkadaşımın babası. (Ailecek de
görüşüyorduk; aynı apartmandaydık.) Adam her sabah en geç altıda
işe gitmek zorundaydı.
(Mühendisti galiba. Maden ocaklarına çıkıp oradaki işleri
yürütüyordu.)
Yani haftanın beş günü, ciddi anlamda "sabahın körü"
diyebileceğiniz bir saatte işinin başında olmalıydı. Bu durumda
erkenden yattığını ve hafta içi başka hiçbir şeye vakit
ayıramadığını düşünürsünüz, değil mi? En azından benim
hayatımdaki "yoğun insanlar" için bu çalışma tarzı "işe git, eve
gel, yemek ye, uyu, işe git, eve gel, yemek ye, uyu"
düzenini gerektiriyor.
Ve hafta sonları da "hafta içinin yorgunluğunu bir türlü atamıyorum"
diye evde yatarak geçirilirdi. Aşırı yoğun çalışma temposu
yüzünden bunlara laf da söylenmezdi. Çünkü "çok çalışıyorum,
görmüyor musun?" demeleriyle, her türlü tartışma anında biterdi.
Peki arkadaşımın babası böyle mi yaşıyordu?
Büyük harflerle cevap veriyorum:
HAYIR, ASLA... Akşam eve döndüğünde sosyal hayatı başlardı. Yemek
bazen evde, bazen bizim de dahil olduğumuz dost topluluğuyla beraber
dışarıda yenirdi. Sonra mutlaka birinin evinde toplanılır; eğlence
gırla giderdi.
Bu adam işinin dışındaki tüm vaktini sevdikleriyle geçirir ve
karısına asla yalnızlık hissettirmezdi. Hemen hemen her hafta sonu
mutlaka ya Dikili'ye ya da Aliağa'ya yemeğe giderdik. Asıl çarpıcı
örneğimi daha vermedim.
Haftanın her günü sabah altıda işte olan ve akşam hava kararınca eve
gelen bu adam, (bazen cumartesileri de çalışıyordu galiba)
evlilik yıldönümünde karısını Soma'ya iki saat uzaklıkta olan
İzmir'e götürdü. Hayır, hafta sonu değil.
BÜTÜN GÜN çalıştığı bir günün akşamında eğlenmek için
gittiler ve gece yarısını geçe döndüler. Ertesi gün de bu adam
tekrar sabahın köründe işine gitti!!!
Hiç kimse bana hiçbir şey için "çok meşgulüm, çok yoğunum, vaktim
yok da ondan" gibi bir mazeret sunmasın. Ben inanmıyorum. Eğer biri
beni aramıyorsa, aramak istemediği içindir. Eğer benimle
görüşmüyorsa, görüşmek istemediği içindir. Ben başka HİÇBİR
mazereti kabul etmiyorum. Son örneğimin ardından bu yazıyı
bitirebilirdim. Çünkü gerçekten başka hiçbir lafa gerek yok. Vakit
ayırmak istersen, istediğin herşeye ve herkese vakit ayırabilirsin.
Ama müsaadenizle ben bu konuyla ilgili söylenmiş ve gerçekten çok
hoşuma giden sözlerden de bir demet sunmak istiyorum. Bunları herkesin
çerçeveleterek duvarına asması gerek.
"İşim var, vaktim yok"
diye saçmalamaya ve daha da korkuncu bu saçmalığa kendimiz de inanmaya
başlarsak acilen okuyup kendimize geliriz:
-İşinizin çok önemli olduğunu düşünüyorsanız, bu sinirlerinizin
ciddi biçimde bozulduğunun en açık göstergesidir.
(Bertrand Russell)
-Mutluluğun formülü, gerektiğinde önemsiz şeylerle meşgul
olabilmektedir.
(Edward Newton)
-Bitap bırakan günlük yaşam, ancak bir aptalın karşılaşabileceği
bir hayat krizidir. (Anton Çehov)
-Eğer boş zamanınız yoksa, ruhunuzu kaybediyorsunuz demektir. (L. P.
Smith)
-Kalitenizin ölçüsü, boş zamanlarınızda ne yaptığınızdır.
Medeniyetlerin kalitesi de insanlara sağladığı boş zaman ve bunun
kalitesi ile ölçülür.
(Irwin Edman)
-Babam bana çalışmayı, fakat işin esiri olmamayı öğretti. Şimdi
okumanın, hikaye anlatmanın, şakalaşmanın, konuşmanın ve gülmenin
iş kadar; hatta ondan da önemli olduğunu biliyorum. (Abraham Lincoln)
-Boş zamanı iyi değerlendirmek, çok ciddi bir sorumluluktur. (William
Russell)
VE BENİM FAVORİM:
"Yeterli zamanım yok deme. Büyük insanların da günleri 24 saattir..."
CAN DÜNDAR