Osmanlı Devleti, tarih sahnesinde kaldığı sürece İslâm'ın bayraktarlığını yapmış, bu bayrağın dünyanın dört bir köşesinde dalgalanması için cansiperâne mücadele etmiştir. Sultanlar bu mücadelenin en ön safında ya bizzat yer almış veya yer alma arzusuyla yanıp tutuşmuşlardır. Bu kutlu insanlar, İslâm'a karşı yapılan saldırılara göğüs germeyi her devirde vazife bilmiş, bunu bir kulluk ve ümmet olma şuuru hassasiyetiyle yerine getirmişlerdir.
Osmanlı sultanları, Allah Resulü'nün (sallallahü aleyhi ve sellem) sevgisiyle büyümüş ve büyütülmüştür. Birçoğu bu sevgiyi gönüllerine öylesine nakşetmiştir ki, Nâm-ı Celîl-i Muhammedî'nin Şehbâl açması için, hayatlarını at sırtında geçirmişler denilse yeridir. Ruh dünyalarına ilmik ilmik dokudukları bu muhabbet O'nunla (sallallahü aleyhi ve sellem) ilgili her şeye hususi bir ihtimam göstermelerine vesile olmuştur. Onlarda, Peygamber sevgisi âdeta mânevî bir cihadın tezahürü hâline gelmiş, fethe hazırlandıkları beldeleri önce bu sevgiyi taşıyan gönül erleriyle yoğurmuşlar, yani mânevî cihâtla kalblerin kapılarını, maddî cihatla da kalelerin kapılarını açmışlardır.
Bu güzel insanlar, Efendimiz'i (sallallahü aleyhi ve sellem) kalblerinde öyle müstesna bir yere koymuşlardır ki, günlük hayatlarından, yazdıkları şiirlere (nâ't-ı şerîf) kadar her sahada O'nun (sallallahü aleyhi ve sellem) adını zikretmeyi ve himmetine müracaat etmeyi hayatlarının olmazsa olmazı saymışlardır. Onların, çoğu zaman gözyaşlarıyla kaleme aldıkları bu nâ't-ı şerifler günümüze kadar birçok Peygamber âşığının da hislerine tercüman olmuştur. Bu denizden katre misâl bazı güzellikler tarih boyunca insanımızın zihinlerinde tatlı hatıralar olarak yer almıştır:
Sultan İkinci Murad mecalsiz bir şekilde yatıyordu. Gözler ellerinin bir işaretine, kulaklar dilinden dökülecek bir tek söze kilitlenmişti. Yerinden hafifçe doğruldu ve vezirine seslendi:
— Oku İshak, vasiyetimizi oku!
İshak Paşa vasiyeti yüksek ve gür bir sesle okumaya başladı: "Bismillahirrahmanirrahîm, Allah'a (celle celâlühü) hamd olsun. Salât ve selâm Efendimiz Muhammed Mustafa'ya (sallallahu aleyhi ve sellem) olsun. Tevekkülüm Hâlık'ımadır. Her nefis herkes ölümü tadacaktır. Sizleri dünya hayatı mağrur etmesin, sizler gururlanmayın. Saruhan vilâyetinde bulunan malımın üçte birini -3.500 altını Mekke fukarasına, 3.500 altını Medine fukarasına- olmak üzere dağıtınız. 500'ü Mekke ahalîsinden Kâbe ve hatim arasında toplanarak 70.000 kere 'lailahe illallah' kelime-i tevhidini zikredip defalarca Kur'ân okuyup sevabını vasiyet sahibine ita edenlere harcansın. 2.500'ü Mescid-i Aksa'da Sadre kubbesinde 70.000 kere 'lailahe illallah' kelime-i tevhidini zikredenlere ve defalarca Kur'ân okuyanlara harcansın."
Dikkatle bakıldığında vasiyetinden Sultan Murad Han'daki Allah (celle celâlühü) ve Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) aşkı okunmaktadır. Çünkü o dönemde ne Hicaz (Mekke–Medine) ne de Kudüs (Mescid-i Aksa) Osmanlı toprakları içerisinde yer almaktadır. Gönlündeki sevgi o kadar aşkındır ki, o beldelere değen mukaddes ayaklar hürmetine, oraların ahalîsine hürmette kusur etmek istemez.
Ve yıl 1453... Osmanlı ordusunun önünde gencecik bir serdar... İstanbul surlarının önünde, Efendisi'nin (sallallahü aleyhi ve sellem) medhine nail olabilmek için otağını kurmuş... Bir Cuma sabahı Cenab-ı Hak ona fethi müyesser kılmış... Bu kutlu serdar bir gece otağından çıkar ve hocası Akşemseddin Hazretleri'ni ziyarete gider. Allah Resulü'nü (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine'ye hicretlerinden sonra Mescid-i Nebevî yapılana kadar evinde misafir eden ve yıllar sonra da, İstanbul önlerinde şehit olan sahabe efendimiz Hazreti Eyyub el-Ensarî'nin (radıyallahu anh) kabrinin bulunması hakkındaki arzularını belirtir, himmetlerini ister. Akşemseddin Hazretleri de hünkârın koluna girerek çadırdan çıkar. Haliç kıyılarında, surlara yakın bir yeri işaret ederek, "İşte burasıdır." der. Fatih Sultan Mehmet Han derhal emir verir: "Buraya bir cami ve türbe yapıla." Bu emir üzerine bugünkü caminin ve türbenin inşasına başlanır. Anlaşılıyor ki, onlar sadece Allah Resulü'ne (sallallahü aleyhi ve sellem) değil O'nun köyünün kokusunu taşıyanlara da büyük bir sevgi beslemişlerdir.
Bu sevgi Fatih'ten oğluna da aksetmiştir. Bir gün İkinci Bayezid Han çok iyi dostu olan Hak âşığı Baba Yusuf'u Hacca uğurlamak için ayağına kadar gider, ona bir miktar altın teslim eder ve "Bu, elimle çalışarak kazandığım helâl kazançtır. Bu altınları Ravza-i Tahira'nın kandilleri için ayırdım. Allah Resulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna varınca: Ey Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem), günahkâr kul Bayezid'in selâmı var... Bu altınları türbenin kandillerine yağ alınması için gönderdi. Kabul buyurunuz..." diye söylemesini tembih eder.
Babadan oğula bir miras gibi geçen bu mukaddes sevgi Yavuz Sultan Selim döneminde yeni bir boyut kazanmıştır. Öyle ki, ünlü şairimiz Yahya Kemal, Yavuz'a atfen şu mısraları kaleme almıştır:
" Seyr eylesün felek kaderin şehsuvarını
Fethetti bir seferde nebiler diyarını
Sahrayı Mercidabık'a nakş etmiş kader
İslâm fikr-i vahdetinin kâr u zârını..."
Ancak Yavuz Selim Han bu zaferden sonra İslâm dünyasında daha çok tanınmasından pek de hoşnut olmamıştır. Zîrâ camilerde hutbeler kendisinin adına okunmaya başlanmış ve burada da Hâkimü'l-Harameyn (Mekke ve Medine'nin hâkimi) lâfzı kullanılır olmuştur. Bu söz onu içten içe yaralar. Bir gün Halep Ulu Camii'nde bir Cuma namazı sırasında minberde imamın dilinde Hâkimü'l-Harameyn sözünü işitince, hemen ayağa kalkarak onu düzeltir: "Hayır, hayır Hakimü'l-Harameyn değil, Hâdimü'l-Harameyn (Mekke ve Medine'nin hizmetkârı)" Hatip, onun istediği gibi okur hutbeyi. Namazdan sonra da koca hünkâr, kaftanını hatibe hediye eder. Efendisi'ne karşı hissettiği derin muhabbete etrafındakiler de şahit olur.
Osmanlı padişahları içinde Efendimiz'i (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında görüp O'ndan aldığı emir ve işaretle fetihler yapanlar da olmuştur. Kanunî Sultan Süleyman'ın gördüğü rüya buna misâl olarak nakledilmiştir. Rüyasında Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Belgrad, Rodos ve Bağdat kalelerini fethedesin sonra da benim şehrimi imar edesin!" diye emir buyurur. Bu emir üzerine, Kanunî hemen Harameyn'i imar ve iskân projelerine başlar. Hattâ vasiyetinde şahsî servetinden hacılar için su getirecek bir vakıf kurulmasını ister. Kızı Mihrimah Sultan da babasının bu vasiyetini yerine getirir ve Arafat'taki Ayn-ı Zübeyde Suyu'nu Mekke'ye ulaştırır. Cihanın önünde el pençe divan durduğu bu büyük kumandan, Allah Resulü'nün (sallallahü aleyhi ve sellem) huzurunda O'na şöyle yalvarır:
"Nûr-ı Âlemsin bugün hem dahi Mahbub-u Hüda
Eyleme âşıkların bir lâhza kapından cüda
Gitmesin nâm-ı şerefin bu dilimden dem-be-dem
Dertli gönlüme devadır can bulur ondan safa."
(Hem Allah'ın (celle celâlühü) habibi hem de âlemlerin nurusun. Sen'i sevenleri bir an olsun kapından uzak tutma. Gitmesin dilimden şerefli ismin, nişanın. Benim dertli gönlüm bu zikirden şifa bulur canım da sevinç duyar.)
Kanunî'den sonra devlet duraklama devrine de girse, onların gönüllerinde bu aşkın yerinde sayması mümkün olmaz. Sultan İkinci Ahmed devletin içte ve dışta değişik gailelerle boğuştuğu bir dönemde tahta çıkar. Gençtir, ancak, mâneviyat yüklü ve dertli bir padişahtır. Öylesine dertlidir ki, derdine dermanı yaşadığı devirde bulamaz ve çok öncelere gitmeye karar verir. Bir gece, kimseye görünmeden Topkapı Sarayı'ndaki Mukaddes Emanetler Dairesi'ne gider. Burada Allah Resulü'nün (sallallahü aleyhi ve sellem) nalınını eline alır ve şu beyitleri söyler:
"N'ola tacım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Resulün
Gül-i Gülzâr-ı Nübüvvet o kadem sahibidir
Bahtiya, durma yüzün sür kademine ol Gül'ün"
(Keşke Peygamberler Şahı'nın o temiz ayaklarının nalınını bir taç gibi başımda taşıyabilsem. O ayağın sahibi peygamberlik bahçesinin Gül'ü dür. Öyleyse Ahmet sen de yüzünü sür ayağına o Gül'ün.)
O günden sonra Efendimiz'in ayak izinin resmini sarığındaki sorgucun içinde taşımaya başlar. Başka bir yerde de gönlünün yangını, alev alev peygamber aşkıyla yanarak şu mısraları döker:
"İftirakınla Efendim bende takat kalmadı
Yekpare oldu bu dil, aşkta muhabbet kalmadı
Şol kadar ağlattı ben bîçarei hükm-i kaza
Giryeden hiç Hazreti Yakub'a nevbet kalmadı"
(Ayrılığınla Efendim bende takat kalmadı. Bu dilim tek parça oldu, aşkta sevgi kalmadı. Ben çaresizi o kadar ağlattı ki, sinemde Hazreti Yakub'a gözyaşı kalmadı.)
Sultan Abdülaziz de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) âşığı padişahlardandır. Bir gün hasta yatağında yattığı sırada Medine'den bir dilekçe gelir. Devlet erkânı önce dilekçeyi arz etmekte tereddüt gösterse de, padişahın Medine'ye karşı hassasiyetini bildiklerinden, dilekçeyi huzura getirirler. Yaveri dilekçeyi okuyup cevabını isteyecektir; ama sultan onun Medine'den geldiğini öğrenince okumasına mâni olur. Muhabbeti öylesine derindir ki, yanındakilere "Beni ayağa kaldırınız. Mukaddes beldeden gelen dilekçeyi yatarak dinleyemem." der. Dilekçeyi titreyen ayaklarına rağmen el pençe divan durarak dinler ve hemen gereğinin yapılmasını emreder. Âdeti oluğu üzere Medine'den gelen hiçbir postayı abdestini tazelemeden eline almaz. Çünkü bunlarda Hz. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) köyünün tozu ve kokusu vardır. Öper, alnına koyar, koklar ve öyle açar.
Osmanlının en çalkantılı dönemlerinden biri de İkinci Abdulhamid Han dönemidir. Lâkin bu dönemde önemli icraatlara imza atan cennet mekân Sultan Abdulhamid Han, ülkenin dört bir yanını demir yolu ile donatır. Bu yolların en önemlisi Hicaz demiryoludur. O mukaddes beldeleri korumak ve hacıların emniyetli bir yolculuk yapabilmesini sağlamak için, İstanbul'dan Medine'ye kadar demiryolu hattı döşetir. Harem hudutlarına yaklaşılınca da, rayların döşenmesinde sadece Müslüman işçilerin çalışmasına müsaade edilir. 31 Ağustos 1908 tarihinde Medine'ye ulaşan hattın son 30 km'lik kısmına bizzat padişahın emriyle keçe döşenir. Lokomotif şehre yaklaştığında hızını keser, yavaşça perona yanaşır. Yolcular parmak uçlarında inerler trenden, edeple, hürmetle... Keçe döşenen raylar, o kutlu beldeye duyulan hürmetten günün belli saatlerinde gülsuyuyla yıkanır.
Hz. Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle tarifi zor bir aşkla bağlı olan Osmanlı padişahlarının neden Hacc'a gitmediği sorusu akla gelebilir. Gerek, o günün nispeten zor şartlarında üç ay civarında süren yolculuğun emniyet açısından sakıncaları, gerek padişahların Kâbe'de ve Hicaz bölgesinde sürekli korunmalarının çok kolay olmayabileceği mülâhazası, gerekse padişahların İstanbul'dan bu kadar uzun bir süre ayrı kalacak olmalarının yol açabileceği idare boşlukları ve muhtemel fitneler onların bizzat gitmeyip, yerlerine birkaç defa vekil göndermeleriyle önlenirken, Hacc fârizası da yerine getirilmiştir. Oraya gidememek Peygamber aşkının onların sinelerini yakacak şekilde kat kat artmasına da yol açmış olmalıdır. Bu durum yukarıda görüldüğü üzere şiirlerine de yansımıştır.
Osmanlı padişahları ilk ferdinden son ferdine kadar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sevgisini kalblerinde böylece taşırlar. Belki de bize bıraktıkları en mühim miras da o sevgidir. Rabb'im bize Resulü'nü (sallallahü aleyhi ve sellem) onlar gibi sevmeyi ve O'nun şefaatine nail olmayı nasip eylesin.
http://www.sizinti.com.tr/konular.php?KONUID=5082 alinti