Yanık sesli ozanların bebelere uçan halılı hikâyeler anlattığına bakılırsa, Müslümanlar eskiden beri bulut okşamaya kafa yorarlar. Orta Çağ Asya’sında Türk-İslam medeniyetinin parladığı yıllarda aksakallı bilgeler kuşları dikkatle izler, kanat hareketlerini çözmeye çalışırlar.
Elbette en göze gelen hayvan kartaldır ama iri kanatlarını kenara atar, tüylerini yolarsanız cücük kadar kalır, tencere bile doldurmaz. Halbuki en cılız adam dahi 40 okka gelir ki, bu gövde kanatla manatla kıpırdamaz. Diyelim kartalınkinden on kat büyük kanat yaptınız, âdemoğlunun kollarında bu cesamette bir kanadı oynatacak takat derman bulunmaz. Nerde kaldı saniyede beş on defa çırpa...
İşte bu yüzden uçmaya takanlar yükselmeyi değil, inişi hesaplar, kendilerini “havada tutacak” birkanat üzerinde çalışırlar.
Nitekim rüzgârlı bayırlarda yaptığı müspet denemelerden sonra gözünü karartan İsmail Cevheri, Nişabur Ulucami’nin minaresinden kendini boşluğa salar. Salar ama gerilen kanatları zapt edemez, alabora olmaktan kurtulamaz.
Planörün babası...
Aradan uzuuun yıllar geçer, işi gücü çiçekleri böcekleri izlemek olan ve evinin kuytu köşesinde deney üzerine deney yapan bin fenli (hezar fen) Ahmed Çelebi açılıp kapanmayan yekpare bir kanatla şeytanın belini kırmaya bakar. İşin aslı bu yamaç paraşütü gibi bir şeydir ve sadece süzülmeye yarar.
Biliyor musunuz, Avrupalılar birçok denemeden sonra yere çakılan (1886) Otto Liliental’i “planörün babası” sayarak Çelebi’mize haksızlık yaparlar. Neyse...
Yeri gelmişken Galata Kulesi hakkında da iki kelam edelim, her ne kadar bu alamete Cenevizliler sahip çıkarlarsa da zelzele ve yangınlarla şaftı kayan harabeyi Osmanlılar defalarca onarır, kendilerinden de çok şey katarlar. İlk önce Zağanos Paşa kulenin ağzını yüzünü toplar, 1509 zelzelesi ile âdeta yok olan binayı Mimar Murad Bin Hayreddin yeniden yükseltir, göz okşayan bir forma sokar. Kemerli camlar, balkonlar derken tepesine bir külah oturtup “Made in Osmanlı” yapar. Zaman zaman zindan ve depo olarak kullanılan bina en ziyade yangın kulesi olunca işe yarar. Avrupalı seyyahlar burada kahve içip, nargile fokurdatmaya bayılırlar.
Neyse... Bir neyse daha...
Üsküdar ne ki?
Efendim, Hezarfen Ahmed Çelebi öyle pat diye ortaya çıkıp da kendini göbekleme kulelerden atmaz. Önce tek parça bir kanat tasarlar bunun hafif ve sağlam olması için aksakallı kocamışlara akıl sorar. Kartal kanatlarını bir iskelete dizer, teleklerini tutkallayıp açık tutar. Sonra Okmeydanı sırtlarını mekan edinir ve fetih ordusunun namaz kıldığı sahrada enine boyuna tecrübeler yapar. Sadece üç beş kulaç yüksekliğindeki Namazgâh minberinden atlayarak ötelere konar. Artık Galata Kulesinden başlayıp Üsküdar’a varabileceğine adı gibi inanır ve kendini martı gibi gökte tutacak lodosu beklemeye başlar.
Hadiseden haberdar olan 4. Murad da Sarayburnu’na çıkar. Tam 5 dakika havada kalan ve 50 kilometrelik bir süratle taaa 6 kilometre öteye (Doğancılar Meydanına) varan Çelebi’yi dikkatle takip eder. “Maşallah sübhanallah” diye mırıldanmaktan kendini alamaz, ona irice bir harçlık bağışlar.
Yok efendim Murat Han pipirikliymiş de “bu adam fazla marifetli, başımıza iş açmasın” deyip Çelebi’yi Cezayir’e sürmüş filan. Laf!..
Cezayir’e ceza için değil, lazım olduğu için yollamışsa tamam, eğer böyle fenli insanları ezecek olsa Lagari Hasan Efendi’yi semtinde tutmaz.
Feza mekiği
Lagari Hasan, usta bir denizcidir, hayatı boyunca yelken basar, yelken toplar. Hasılı rüzgârın dilinden iyi anlar. O dahi IV. Murad devrinde bir sünnet düğününde (1633) ortaya çıkar. Tezgâhını Sarayburnu’na kurar, 50 okka karabarut macununu, yedi namlulu fişek demetine tıkar. Alacağı ivme ile şuurunun bulanacağını bile hesaplar, beynine kan gitsin diye esvaplarını sıkı tutar. Rampa için ince ince ölçüp biçer, hassasiyetle ağırlık merkezini ortalar, roketi yalpalatmayacak bir yere kendini bağlar. Kayışların düğüm noktasına basit ve tek hareketle çözülecek bir mandal takar.
Elbette o devirde 3... 2... 1... diye geriye sayılmaz “Ya Allah, Bismillah” deyip meşaleyi fitile dokundururlar. Füzemiz cayırtıyla yükselir, bir anda 125 kilometre sürate erişir (bunu uzmanlar söylüyorlar) ve sadece 20 saniyede 300 metre irtifa yapar. Eğik atışın tepe noktasına geldiğini hisseden Hasan Çelebi kapsülü terk eder ve aynı uzay mekiği mantığı ile inişe geçip paraşüt açar. Süzüle süzüle denize varır ve attığı seri kulaçlarla karaya çıkar.
Murat Han ona da ihsanlar yağdırır ve böylesi bir bilgeye ihtiyaç duyulunca Kırım’a (Selamet Giray Han’ın emrine) yollar.
Hadlerine mi?
Hicri 3. asırda Kurtubalı astronomi âlimi Abbâs bin Firnâs görülmemiş işitilmemiş bir âlet yapar. Bu bildiğiniz bir planör iskeletidir, kanatların üzerine kumaş gerer ve atlarla çektirip havalandırır. Uzun süre havada kalırsa da iniş beklediğinden sert olur (henüz iniş takımları yok ya) ve yaralanmaktan kurtulamaz. İbn-i Firnâs kendi hatalarını kendi bulur, kuyrukçuğun tek değil çift olması gerektiğini anlar ve kumanda sistemlerine akıl yorar. Hasılı Wright kardeşlere bin küsur yıllık bir fark atar.
Mevzumuz değil ama İbn-i Firnâs’ın, silisli taşlardan cam ve kristal yaptığını, sülfirik, nitrik, hidroklorik asitleri keşfetmiş olduğunu söylemeden geçsek ayıp olacak. Ha bir de şey, güneş ve gezegenleri hareket hâlinde gösteren bir Plenatarium kurar, bulutlar, yıldırımlar hakkında bugünküne yakın bilgiler sunar.
Peki o yıllarda Avrupalılar?
Onlar sadece cadıların uçabildiklerine inanır, ezkaza çalı süpürgesi yakalatan kadınları diri diri yakarlar.
Kızmalı mı, acımalı mı bilmiyorum?
Zavallılar...alinti