En son konular | » Duyuru..Hocalı Katliamını Unutma, UNUTTURMA! Salı Şub. 28, 2012 8:03 am tarafından AyMaRaLCaN» Basit yaşayacaksın. BasitÇarş. Haz. 09, 2010 1:48 am tarafından Misafir » Aşk 29 Harftir..Çarş. Haz. 09, 2010 1:48 am tarafından Misafir » SENi SEViYORUMÇarş. Haz. 09, 2010 1:47 am tarafından Misafir » BÖYLE SEVDİM İŞTEÇarş. Haz. 09, 2010 1:44 am tarafından Misafir » Delinin Veliye TavsiyesiPaz Haz. 06, 2010 3:44 am tarafından Misafir » Dört Dirhemlik GömlekPaz Haz. 06, 2010 3:44 am tarafından Misafir » Eğer GöndermeseydiPaz Haz. 06, 2010 3:44 am tarafından Misafir » Nereden ve Nasıl aldınPaz Haz. 06, 2010 3:43 am tarafından Misafir |
|
| Psikiatri........... | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
Misafir Misafir
| Konu: Geri: Psikiatri........... Salı Haz. 01, 2010 9:04 pm | |
| ZEKA GERİLİĞİ NEDİR ?
Zeka değişik kitaplarda ve değişik kaynaklarda değişik şekillerde tarif edilmektedir. Pratik olarak yeni bir durumla karşılaşıldığında yeni uygun yanıtlar gösterebilme yeteneği olarak tanımlanabilir. Zeka ile bilişsel fonksiyonlar arasında paralellik vardır. Zeka gelişimi bebeklik, çocukluk ,ergenlik ve yetişkinlik dönemlerinde önemli değişiklikler geçirerek devam eden önemli bir süreçtir. Çocuğun 5 yaşından sonraki zeka gelişim süreci erişkin dönemler için önemli bir gösterge iken 5 yaşından öncesi erişkin dönem için kriter sayılmaz. Zeka seviyesi için kullanılan terim IQ zeka bölümü olarak bilinen iki kelimenin (Intellicence Quontient) baş harfleridir. Ve zeka ölçümü için değişik testler kullanılmaktadır. Sonuçta çıkan değerler kişinin zeka seviyesini gösterir.
Zeka geriliği dendiğinde bilişsel yetilerin tümünü etkileyecek şekilde zeka gelişiminin geri ve yavaş olması ile karakterize bir tablodur. Bir kişiye zeka gerisi diyebilmek için IQ katsayısının 70 in altında olması ve günlük yaşamında işlevselliğinin bozulmuş olması gerekir. Hafif derecede zeka geriliklerinin toplumda görülme oranı %2-3 iken orta ve ağır derecedekilerin oranı % 0,3 tür. ( Binde 3 )
Zeka geriliği nedenleri arsında en sık olarak kromozomal anormallikler suçlanmaktadır(%40). Bunun yanında sebebi açıklanamayan zeka gerilikleri ve genetik nedenli zeka gerilikleri de vardır. Ayrıca doğum sırasındaki bazı travmalar ve doğumun uzun sürmesi gibi nedenlerde zeka geriliğinde neden olarak suçlanmaktadır. Zeka geriliğinin en önemli belirtisi kişini yaşına ve konumuna uygun işlevselliği gösterememesidir. Ayrıca kas kontrolü yani motor gelişimi dili(lisanı) kullanma yeteneği bozuk,anlama ve kavrama yaşıtlarından geridir. Ayrıca bazı zeka gerisi kişiler ciddi akıl hastalıkları gibi belirtilerle karşımıza çıkabilir.
Zeka geriliklerinin tanınmasının önemi gerekli eğitimle bu kişilerin topluma ve ailesine kazandırılmalarının mümkün olmasıdır. Bu nedenle ciddi düzelmeleri tedavi ile sağlamak çoğunlukla mümkün olmasa da bu işlevselliği sağlamak ailenin ve toplumun yükünü ciddi manada azaltacaktır.
Birde zeka geriliği ile karışan özel öğrenme bozuklukları ile ayrım yapıldığında tedavi daha kolay olmaktadır. Özel öğrenme güçlüğünde zeka normal veya normale yakın olduğu halde zihni fonksiyonların bazılarındaki yetersizlik dolayısıyla öğrenmede zorluk ortaya çıkar. Bu durumlar başlıklar olarak belirtip,bu konuyu bitireceğim
1- Gelişimsel matematik öğrenme bozukluğu 2- Gelişimsel yazma zorluğu 3- Gelişimsel okuma zorluğu 4- Gelişimsel telaffuz zorluğu
Bu durumlar zeka geriliği olmayıp tedavileri mümkündür. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Psikiatri........... Salı Haz. 01, 2010 9:05 pm | |
| Şizofreni
Şizofreni Nedir?
Kişide en az bir aylık sure içinde aşağıdaki belirtilerden en az ikisinin varlığı ( sanrılar; varsanilar; konuşma özellikleri ve kalitesinde bozulma; aşırı ölçüde garip ve anlamsız şekilde dağılmış davranışlar; negatif belirtiler dediğimiz duygusal yüz ifadelerinde azalma, düşünce ve fikir üretimi ve yapısının kısırlaşması,enerji ve bir şeyler yapmaya hevessizlik hali)
Bu durumdaki kişide hastalığın sureci içinde sosyal, mesleki, ailesel ilişkilerinde ve kendine bakim gibi alanlarda belirgin bozulmalar oluşur. Bu belirtiler en az 6 ay suredir var olmalıdır.
Varsani nedir?:
Olmayan bir takım uyaranlari var gibi algilama durumudur. Bu hastalikta en cok isitsel varsanilar (kendisi ile konusan sesler, gürültüler duyma gibi) bulunmaktadır. Ayrıca görsel varsanilar (duvarda çizgiler, kendine bakan yüzler, yaratıklar görme gibi); koku varsaniları (iyi ye da kotu ama başkasının duymadığı kokular duyma); dokunma varsaniları (vücudunda bir şeyler geziyor gibi hisler); vücutsal varsanilar (beden yapısının, bölgelerinin değiştiği seklinde) olabilir.
Sanrı nedir?:
Hastanın sabit bir fikir ile bağlandığı, aksi yöndeki söylemlere karşın ikna edilemeyen ve mümkün olmayacak derecede içeriğe sahip olan yanlış inançlardır. Başlıca tipleri arasında kötülük görme ( persekusyon ), üzerine alınma (etrafındaki her olayın kendisi ile ilişkili olduğu seklindeki referans sanrıları); kontrol edilme; düşünce sokulması, çekilmesi ya da yayınlanması; dini sanrılar; vücutsal; suçluluk - günahkarlık ve büyüklük sanrıları sayılabilir.
Şizofreni türleri:
Paranoid tip
Katatonik tip
Desorganize tip
Farklılaşmamış tip
Residuel tip.
Başlangıç Yaşı:
Genellikle 16-25 yas arasında görülse de çocukluk yaşlarında ya da 40 yas sonrası da görülebilmektedir. Kadınlarda erkeklere göre daha geç yasta başlamaktadır.Başlangıç yaşı erkeklerde 15-25 arası, kadınlarda ise 25-35 yas arasındadır.
Hastalarda belirlenen risk faktörleri:
Genel olarak toplumda % 1 oranında görülmektedir. Erkek ve kadınlarda eşit oranda görülmektedir. Hastalar arasında bekarlık yüksek orandadır. Evli çiftlerde ise boşanma oranı toplum ortalamalarından fazla bulunmuştur. Kentsel yerleşim alanlarında daha cok görülmektedir.
Kalıtımın Rolü:
Hastanın anne-babasından birinde bu hastalık varsa çocuklarda risk % 12 'ye çıkarken, her ikisi de hasta ise % 44'e yükselmektedir.
Hastalığın cinsiyete göre belirti farklılıkları:
Kadınlarda kaygı ,depresif belirtiler ve gerginlik on planda iken, erkeklerde negatif belirtiler belirgindir. Kadınlarda çevresinden kuşkulanma gibi paranoid konular ve kendine zarar verme on planda iken , erkekler zararı daha cok çevrelerine vermektedir
Hastalığın Seyri:
hastalık kadınlarda erkeklere göre, daha az sayıda ve surede hastanede yatışa yol açmakta ; hastalık daha az kötüleşme dönemleri ile seyretmektedir. Kadın hastalar daha az intihar etmekte, evliliklerini erkeklere göre daha fazla sürdürebilmektedirler.
Hastalık Kimlerde Daha İyi Seyretmektedir ?
geç başlangıç yaşı (20 ve sonrası)
yüksek sosyo-ekonomik düzey
hastalık öncesi toplumsal ilişkileri ve işlevselliği iyi olan,isi olanlar.
Ailede şizofreni hastalığı olmaması
Zekanın normal sınırlarda olması
Başlangıcın bir olayı izleyerek olması
Yavaş yavaş değil,aniden başlaması
Tedavi için gecen surenin kısa olması
Duygulanımda silinme ve uygunsuzluğun olmaması.
Hastalık Nasıl Seyretmektedir?
Tedaviye geç başlanmadığında ,az ve kısa sureli yatışlar ile kişinin topluma uyumu sağlanabilmekte, hasta toplum içinde bir takım görev ve sorumluluklar alabilmektedir. Ancak negatif belirtilerin uzun sure devam ettiği hallerde bu sosyalleşme ve işlevsellik bozulmaktadır.Bazı şizofren hastalarda görülebilen kendine bakımda azalma, sağlıksız ortamlarda bulunma ve alkol-madde kullanımları nedeniyle enfeksiyon hastalıkları daha cok gözlenmekte ve yaşamı kısaltmaktadır. Şizofrenlerin % 10 kadarında intihar sonucu olum saptanmıştır. Şizofreni hastalarının bu nedenlerle, diğer insanlarla karşılaştırıldığı da, 10 yıl daha az yasam suresine sahip olabilmektedir .
Tedavi:
İlaç tedavisi ve bireysel destekleyici tedavi yanı sıra grup terapileri hastanın işlevselliği ve sosyalleşmesini arttırmakta , gidisi olumlu hale getirmektedir.
Vücut dismorfik bozukluğu (dismorfofobi) devamlı vücutları ile uğraşan,vücutlarında bir şeylerin kotu,çirkin,yanlış, eksik- fazla olması seklinde düşüncelerin olduğu bir kaygılarım bozukluğudur. Kişide cok hafif bir kusur olsa bile, bu durum cok abartılarak, korkulacak bir konu haline getirilir.Hissedilen kusur nedeniyle oluşan gerilim ve kaygı ,beklenilenin cok üzerindedir .Sosyal ilişkilerden kaçınabildikleri gözlenmiştir. Bu kişiler görünümlerini kozmetik olarak değiştirmekte, ameliyatlar olmaktadırlar. kişinin odaklandığı bölge genellikle yüz bölgesi olup, burun, kulaklar, çene ya da bu bölgedeki sivilceler gibi değişebilmektedir. Kadınlarda göğüsler, karin bölgesi, boyun bölgesi on ciddide önde gelen odak noktalarıdır. Bazı durumlarda boy kısalığı ya da saçlarının azaldığı düşüncesi, karin bölgesinde yağlanma, ciltte kırışıklıklar , göğüslerin büyüklüğü konu edilmektedir.
Bu kişilerde özgüven eksikliğinin bulunduğu, depresyon, obsesif- kompulsif bozukluk ve sosyal fobi gibi ek psikiyatrik rahatsızlıkların birlikte bulunabildiği gözlenmiştir.
Hastalığın başlangıç yaşı:
20'li yaşların başında ya da ergenlikte başlamaktadır.
Belirgin tekrarlayıcı davranışları:
kişiler yineleyici bir şekilde aynaya bakmakta, vücutlarını kontrol etmekte, yakın çevresindekilere bu konunun varlığı ve derecesi hakkında tekrarlayan sorular sormakta ve konu ile ilgili çeşitli doktorlara başvurmaktadırlar |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Psikiatri........... Salı Haz. 01, 2010 9:05 pm | |
| Şizoid kişilik
Aşağıdaki belirtilerden en az dördünün varlığı ile genç erişkinlik döneminde başlayan , devamlı suretle kendini belli eden toplumsal ilişkilerden kopma ve kalabalık ortamlarda kısıtlı bir duygu ifadesinin olduğu bir kişilik sorunudur:
1-Ailenin bir üyesi gibi davranamama, yakın ilişkiye girmeme ya da girmekten zevk almama, 1-2 kişiden fazla yakın ilişkileri yoktur. 2-Çoğunlukla tek bir etkinlikle uğraşmayı yeğlerler 3-Başkalarıyla cinsel deneyim yasamaya ilgi ya yoktur ya da çok azdır 4-Genelde aktivitelerden zevk almaz , alsa bile çok az etkinlikten zevk alır 5-Birinci derece akrabaları haricinde yakın arkadaşları ya da sırlarını paylaştıkları dostları yoktur 6-Başkalarının kendilerine yönelttikleri övgü ya da eleştirilere karsı ilgisiz görünürler 7-Duygusal olarak soğuk, uzak, monoton bir duygulanım gösterirler. Sıcaklık ve sevecenlik hissi uyandırmazlar.
Bu grup kişiliğin asal özelliği sosyal ilişkilerden uzaklaşma ve başkaları ile birlikteyken duygu ifadelerindeki kısıtlılığıdır. Kendi baslarına vakit geçirmeyi tercih ederler.
Başkaları ile irtibat gerektirmeyen tek bir uğraş ya da etkinlikle uğraşırlar (bilgisayar, matematik oyunları, astronomi, bulmacalar,yap-boz oyunları,pul koleksiyonu gibi soyut,mekanik islerle uğraşırlar. Sosyal hayatin gerektirdiği bazı durumlara beklenen uygun karşılıkları veremezler.
Toplumsal becerilerden uzak, içine kapanık kişiler olarak yasarlar. Karsılaşmalar esnasında gülümseme, tokalaşma, basla selamlama gibi davranışlar nadirdir.Üzerlerine gidilip, kışkırtılsalar bile öfke ve gerginliklerini göstermekte güçlük çekerler. Hayatları amaçsız, rüzgarda sürüklenen bir yaprak gibi görünebilir.Genellikle evlenmezler.Ailelerine bağımlı olarak hayatlarını sürdürebilirler. Yoğun stres altında çok kısa sure ile psikotik bir donem yasayabilirler.
Görülme oranı:
Genel nüfusun %0.5-7 'sinde bulunmaktadır.Erkeklerde kadınlara oranla daha çok görülmektedir.
Rahatsızlığın oluşma sebepleri:
Erken çocukluk döneminde soğuk, ihmalkar, tatmin edici olmayan ilişkiler yasayan çocuklarda ileri dönemlerde ilişki ve kişiler arası bağlantıların önemli ya da gerekli olmadığı seklinde bir düşünce tarzı gelişimi ile ilişkili olduğu düşünülmektedir.
Eşlik edebilen psikiyatrik bozukluklar:
-Majör depresyon -Distimi -Sosyal fobi -Agorafobi -Kişilik bozuklukları (sizotipal, paranoid, çekingen k.b. ile)
Çocukluk cağında görünümü:
Yalnız başınalık, benzer yastakilerle arkadaşlığında bozukluk, derslerinde düşüklük ile belirebilir.
Tedavi:
Kişilerin kendileri nadiren başvurmaktadırlar. Genellikle yakınları tarafından tedaviye getirmektedirler. Bireysel terapi yanında grup terapilerinden de yararlanabilirler __________________ |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Psikiatri........... Salı Haz. 01, 2010 9:05 pm | |
| Şizotipal kişilik
Aşağıdaki belirtilerden en az 5 adedinin varlığı ile giden, genç erişkinlik döneminde başlayan düşünsel ya da algısal çarpıklıkların ve olağandışı davranışların yani sıra yakın ilişkilerde aniden rahatsızlık duyma, sıcak ilişkilere girme becerisinde azalmanın olduğu sosyal ve kişiler arası yetersizlikler durumudur.
1-Referans fikirleri(olayların ve bazı durumların kendisi ile ilişkili olduğu,özel ve olağandışı bir anlamının olduğu seklinde yanlış yorumlar) . 2-Davranışlarını etkileyecek boyutta, yetiştiği kültürel değerlerle uyumlu olmayan garip inanışlar ya da büyüsel düşünce (örneğin gaipten haber vermeye inanmak, falcılık ve medyumlarla temas,ruh çağırma seanslarına katılmak,altıncı his, telepati gibi) 3-Olağandışı algi yaşantıları (illüzyonlar gibi) 4-Garip bir düşünüş biçimi ve konuşma (konudan uzaklaşan, belirsiz, fazla ayrıntıcı gibi) 5-Kuşkuculuk, paranoid düşünceler 6-Yüz ifadelerinin kişinin içinde olduğu duygusal durumunu yansıtamaması, bunun kısıtlı olması ya da uygunsuz (duyguya zıt bir yüz ifadesi gibi) olması 7-Acayip ,alışılmadık ,kendine özgü davranış ya da görünüm 8-Birinci derece akrabalar hariç yakın dostların olmaması 9-Yakın ilişki ile de azalmayan aşırı sosyal kaygı, paranoid korkular
Bu kişiler olaylar oluşmadan önce bunları bilebileceklerini, özel yetenekleri olup, başkalarının düşüncelerini okuyabileceklerini düşünebilirler. Olayların gerisinde kimsenin anlayamadığı özel manalar olduğunu düşünebilirler. Başkalarına karsı büyüsel kontrol uygulayabileceklerini düşünebilirler. Farklı olağandışı algıları olabilir. Yanlarında görünmeyen birinin varlığı, görüntü ve mırıldanmalar işitme, bunu kullanarak medyumluk ve vantriloklukla para kazanan kimseler vardır. Başkalarıyla sert, kısıtlı, sosyal ilişki acısından uygunsuz bir tarzda iletişim kurarlar. Başkaları ile sadece gerektiği anda iletişime girerler. Birlikte geçirilen sure uzadıkça başkalarından farklı olarak rahatlayacakları yerde daha tedirgin ve kuşkucu olurlar.Uygun olmayan şekilde giyinip, insanların dikkatini çekebilirler.
Görülme oranı:
Genel nüfusta %3-5 oranında rastlanmaktadır. Erkeklerde hafifçe daha çok görülmektedir.
Eslik eden psikiyatrik bozukluklar:
-Majör depresyon( bu bozukluğu olup kliniğe başvuranlarda % 30-50 oranında saptanmıştır) -Özellikle paranoid k.b. olmak üzere sizoid,çekingen ve sınırda kişilik boz.
Ailesinde şizofreni olanlarda bu kişilik bozukluğunun olma riskinin genel nüfusa oranla daha yüksek olduğu gözlenmiştir. Bir çalışmaya göre % 10 kadar vakanın intihar ettiği saptanmıştır.
Tedavi:
Psikoterapi yanında, depresif belirtiler belirdiğinde antidepresan; hezeyanlar varlığında antipsikotik tedavi eklenebilir. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Psikiatri........... Salı Haz. 01, 2010 9:06 pm | |
| Tik bozuklukları:
Bu durum istemsiz, belirli bir tarzda,hızlı ve tekrarlayıcı hareket ya da ses çıkarma durumudur. Süresi genellikle 1 saniyeyi geçmemektedir. Bu duruma direnç gösterilemez gibi hissedilir. Tik davranışının vücutta görülen yeri ( kaş, göz, omuzda oluşması gibi) , sıklığı ve zorlayıcılığı, çeşitli zamanlarda değişebildiği gibi, topluluk içinde olma ya da tek başına bulunmaya göre değişebilmektedir. Tikler tek bir bölgede veya birden fazla bölgede ya da organda hissedilebilir. Tik davranışının yapılması ile birlikte geçici bir rahatlama elde edilir.
Tik davranışlarını arttıran etmenler:
Yoğun stres durumları, kaygı düzeyinin arttığı haller, bitkin düşmek, can sıkıntısı hissetmek, kişi için önemli bir olaya katılmak , başkaları önünde aktif bir eylemde bulunmak( söz almak, bir toplantıya katılmak gibi) durumlarında artış gösterebilmektedir. Alkol alımı, kişiyi keyifle oyalayabilen bir aktivite ( kitap okumak, tv. seyretmek gibi) dinlenme esnasında azalabilmektedir.
Tik bozukluğuna yol açabilen diğer durumlar:
Tik bozukluğuna neden olan kalıtsal hastalıklar arasında Tourette sendromu, Huntington hastalığı, torsiyon distonisi, ve nöroakantozis sayılabilir. Ayrıca ensefalit, Sydenham koresi, ilerleyici bir hastalık olan Creutzfeldt-Jacob sendromu da tik sebepleri arasındadır. Epilepsi (sara) hastalığı tedavisinde kullanılan ilaçlar, L-dopa, bazı stimulan ilaçlar da bu tür bir duruma yol açabilirler. Karbon monoksit zehirlenmeleri, kafa travmaları, bazı kromozom bozuklukları, zeka geriliği de tik davranışlarını oluşturabilir.
Basit hareketsel tikler: Bazı kas gruplarının hızlı, belli bir anlam içermeyen ve tekrarlayıcı bir şekilde kasılması durumudur. En çok sırasıyla gözde, kafagenelinde, omuz , ağız ve el bölgesinde görülmektedir.
Karmaşık hareketsel tikler: basit şekle göre daha yavaş, daha amaçlı gibi görünen ve daha çok kas grubunu içine alan tiklerdir. En çok kendi vücuduna veya başkasına dokunma ya da vurma, zıplama, kendi ellerini ya da nesneleri koklama şeklindedir.
Hareketsel tikler işlev açısından birbiri ile zıt etkili kasların aynı anda birlikte kasılması ile oluşmaktadır.
Basit sese dayalı tikler: Hece şeklinde olmayan sesler çıkartmaktır. Boğazını ısrarla temizleme, burun çekme, öksürme, bağırma, havlar gibi ses çıkarma bunlara örnektir.
Karmaşık sese dayalı tikler: Daha anlaşılabilir,hecelere dayanan sözcükler, cümleler i tekrarlamak şeklindedir.
Tik bozukluğunun başlangıç ve ilerleyen dönem özellikleri:
Yapılan araştırmalara göre, toplumda bin kişide 2-6 arasında görülmektedir. Erkeklerde kadınlara göre 3 kat daha fazla görülmektedir. Genellikle 7 yaş civarında başlamaktadır. İlk oluşan tik genellikle göz kırpmadır. Onu izleyerek kol ve bacakta yerleşik tikler ,daha nadiren de sese dayalı tikler başlangıç tikleri olmaktadır. Küfür etme şeklindeki tikler (koprolali) de daha nadir başlangıç yakınmasıdır. Başlangıçta % 2-3 oranında görülen koprolali ilerleyen dönemlerde % 2-30’lara dek çıkabilmektedir.
Tik bozukluğu kişilerin yaklaşık % 40 kadarında ergenliğin başlangıç evrelerinde tamamen düzelmektedir. % 30 kadar hastada bir miktar düzelme ile hafiflemiş olarak devam eder. Geri kalan % 30 kadar hasta erişkinlik hayatında da tik bozukluğu belirtilerini göstermektedir.
Tik bozukluğu obsesif kompulsif bozukluk ile sıklıkla bir arada görülebilmektedir. Sıklıkla kontrol etmeye,saymaya ve düzenleme ve benzerleştirmeye yönelik davranışlar şeklindedir.
Hastalığa sebep olan geni saptama çalışmaları sürmektedir. Bu rahatsızlığı olan kişilerin bazı beyin bölgelerinde metabolizma hızı artmış, bazı bölgelerde ise azalmış bulunmuştur.
Tedavi:
İlaç tedavileri yanında terapi ile başarı sağlanmaktadır.. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Psikiatri........... Salı Haz. 01, 2010 9:06 pm | |
| Uçuş fobisi uçak korkusu
Negatif Koşullanmaya Karşı Uçuş ve Güvenlik: Uçuş korkusunun kökeni tartışmalıdır. Çok yaygın ve köklü olması insanın bilinç dışında yer alan ölüm korkusu, yalnızlık korkusu, umarsız kalma korkusu gibi evrensel korkulardan biri olduğunu düşündürmektedir. Eski çağlarda uçuş insan için imkansız, olağanüstü ve büyülü birşeydi. Uçmanın asla insanlara göre olmadığı düşünülürdü. Tüm toplumlarda yaygın dinsel ya da büyüsel inanışlar insanın olanakların dışına çıkmasının felaketlerle sonuçlanacağını savlardı. Uçuşta böyleydi, bir tür tanrılara meydan okuma olarak algılanırdı. Uçma çabası içindeki insanlar bu yüzden hep alayla ve tepkiyle karşılandılar. Tüm bu korkular ve tepkiler zamanla insanın bilinç altına yerleştiler.
Uçuş korkusunun kökeni ne olursa olsun bu korkuyu pekiştiren uçak ve uçuşlarla ilgili negatif söylemlerdir. Ne yazık ki medyada uçuşla ilgili haberlerin çoğu aleyhte olagelmektedir. Uçak düşmeleri, kaçırılma ve atlatılan kazalar yüksek tonda vurgulanmaktadır. Kaptan sarhoştu, uçak zaten eskiydi, karakutu bulunamadı gibi spekülatif haberler sıktır. Ayrıca birçok filmde veya romanda uçak kazaları, havada patlama uçak kaçırma ilgi çekici, dehşet temalarından biri olarak kullanıla gelmektedir. Buna karşın binlerce uçuşun ne kadar rahat ve güvenli geçtiği vurgulanmamaktadır. Sonuçta tüm bu yayınlar ve söylemler uçuşun tehlikeli olduğu konusunda negatif bir koşullanma yaratmaktadır. Şimdi bu negatif koşullanmaya karşın uçuşun ne kadar güvenli olduğunu tartışalım.
Uçuş ve Güvenlik: Uçuş korkumuzu nasıl yenebileceğinizi öğrenmeden önce havacılık hakkında biraz bilgi edinmemizde yarar var. Bu korkunun sorumlusu Wright kardeşlerdir, çünkü uçuşun imkansızlığını tümüyle tarihe gömdüler. Ardından başkaları geldi ve havacılığı inatla geliştirdiler. İlk tarifeli hava taşımacılığı 1927'de Newyork'ta "Colonia Air Transport" adıyla başladı. Daha çok posta taşımak amaçlı bu uçaklar oldukça güvenilmezdi. Bunlarla uçmaya cesaret edemeyenlere kesinlikle fobik denemez, hatta uçmaya cesaret edenlere tuhaf gözle bakılabilirdi. Öyle ki pilotlar inecekleri alanı belirlemek için bazan camdan sarkmak zorunda kalırlardı.
1933'de Ford Motor Company'nin geliştirdiği "Curtis Condor" adlı ilk yolcu taşıyan uçak pek düzenli uçamazdı. Daha çok yukarı aşağı sıçrayarak uçan bu uçaktaki yolcuları rahatlatmak için firma hemşirelik eğitimi görmüş hoşgörünümlü hanımları işe aldı. Bu ilk hemşire-hostesler yolculara kahve, çay, yemek servisi ve pansuman yapmaya başladılar. Sonuçta bu hanımların da katkılarıyla hava ulaşımı giderek daha çok kabul gördü, sektör büyüdü. Uçaklar giderek daha güvenli hale geldi ve sonunda devlet de uçuşu kabullendi, hava meydanları yapımını üstlenmeye başladı. II.Dünya Savaşı teknolojinin ve uçakların savaşı oldu. Bu savaşla uçuş teknolojisi çok çok gelişti. Bugün havacılık dünyanın en hızlı, en gelişmiş ve en teknolojik ulaşım sistemi. Her yıl milyonlarla (sadece ABD'de 350 milyon kişi ) uçakla ulaşımı tercih ediyor.
Güvenlik: Uçuşta güvenlik çok önemli ayrılmaz iki kelime. Uçuşla ilgili her kademede güvenlik en alttan en üstte temel temadır. En üstte tüm uçuş aktivelerinden sorumlu bir oluşum var. Her ülkede bu oluşumlar ülkenin uçuş unsurlarını ve o ülkeye uçuş yapan yabancı hava unsurlarını tümüyle denetlemekle yükümlü. İki büyük kurum var. I.C.A.O ve F.A.A. Bu oluşumların ilk örneği olan F.A.A. (Federal Auration Adminurration) ABD'de kurulmuştu F.A.A. Pilot sertifikaları, eğitim okulları, onarım istasyonları uçak üreten firmaların denetimi, hava trafik kontrol, mühendislik gibi konularda gelişmeler olması için teşvik ve sponsorluk yapmayı sürdürüyor. Sadece bu konularda milyonlarca dolar harcanıyor.
Bir uçak güvensizse dünyanın her yerinde uçuştan men edilir. Bu sektörde güvenlik söz konusu olduğunda masraftan kaçınılmaz. Parola şudur "Güvenlik yoksa uçuşta yok". Daha alt seviyelerde de güvenlik kontrolleri devam eder. Uçuşla ilgili her olay kontrol edilir. Uçuştan 1 saat önce uçuş ekibi uçuş istasyonuna gelir. Hava raporu, rota şartları, uçağın ağırlığı, yolcuların sayısı, yakıt gereksinimi gibi konularda bilgilendirilir. Daha sonra uçağa gidilir ve uçak fizik olarak incelenir. Güverteye girmeden önce ve girdikten sonra yüzlerce güvenlik ve kontrol işlemi yerine getirilir. Modern jet uçaklarının uçuş ekibi 3 kişidir. Pilot, yardımcı pilot ve uçuş mühendisi uçuştan önce pilotlar rota, hava durumu gibi uçuşla ilgili olayları tekrar kontrol ederken, uçuş mühendisi kokpit cihazlarının çalışması ve yakıtla ilgilenir.
Hostes ve diğer kalan görevlileri de kendi kontrollerini yaparlar. Bilindiği gibi yer ekipleri yolcuları ve bagajları kontrol ederler. Tehlikeli, hasta görünümlü, alkol ya da madde aldığı belirlenmiş yolcular uçuştan men edilir. Bu konularda tıbbi ekibten ve güvenlik ekiblerinden yardım alınır. Tehlike oluşturabilecek bagaj unsurları silah vb.) yüksek teknoloji aygıtları ile insan faktörü birlikte çifte güvenlik sistemi ile ayıklanır.
Peki Uçaklar Ne Kadar Güvenli? Bugün bindiğimiz ticari uçakların hepsi yedek sistemli olarak yapılmıştır. Bunun anlamı bir sistem çalışmazsa onun işini aynı yeterlilikte yapabilecek ikinci bir sistemin var olması demektir. Bu çiftlenme uçuş güvenliğinin temelidir. Uçuş personelinde de bu çifte güvenlik sürer. Bu kişinin görevini yapabilecek ikinci bir kişi mutlaka vardır. Sistemde insan hatası faktörü görev dağıtımıyla en aza düşürülmüştür. Bu alt güvenlik uçak motor sayısında da geçerlidir çift motorlu bir uçak tek motorla, 4 motorlu bir uçak 2 motorla uçuşu sürdürebilir. Uçuş; pilotların yer kontrolü ile düzenli irtibatıyla sürdürülür. Bunun yanısıra birde navigasyon sistemi (yön bulma) vardır. Yerde uçaklar teknisyenler tarafından yüzlerce testten geçirilerek incelenir ve her parça belli bir miadda yenilenir.
Eğer arabamızın bir uçaktan daha güvenli olduğunu düşünüyorsanız şöyle bir karşılaşma yapalım. Arabamızı her yola çıkışından önce birçok teknisyen gözden geçirir mi? Her 500 milde bir tüm tekerleri değiştirilir mi, her 2500 milde bir motorunuz (rektefiye) yeniden ayarlanır mı, her 10 bin milde bir fren debriyaj ve birçok sistemi yenilenir mi ya da her 25 bin milde bir motor atılıp yerine yenisi monte ediliyor mu? "Ama ben arabamla uçmuyorum ki" demeyin. Bir uçağın bakım masrafı yılda 1 milyon doları aşmaktadır. Bir uçağın her uçuş saatine karşılık 4 saati bakımda geçmektedir. Kısacası uçaklar çok ama çok güvenlidir.
Uçuş Ekibi: Mürettebat, yaşamımızı teslim ettiğimiz insanlar, pilotlar. Nasıl kaptan olunduğunu biliyormusunuz? Kaptan pilotlar her ay 45-50 saat uçuş yaparlar, sanırız bu deneyimli olmak için yeterli bir süredir. Pilotlar başka hiç bir meslekte olmadığı kadar sık ve çok sayıda testten geçirilirler. Sağlık muayeneleri, (anjio dahil), mesleki yeterlilik testleri, gelişim testleri, güvenlik testleri, psikolojik testler vb.
Bu testlerden herhangi birinde başarısızlık demek pilotun uçuş kariyerinin bitmesi anlamına gelir. Pilotlar dışında kalan diğer uçuş personelide benzer şekilde bir çok eğitim ve teste tabi tutulurlar. Bu testler ve eğitimler için çok para harcanır. Ama slogan kesindir. "Güvenlik yoksa uçuşta yok."
Uçuş Güvenliği ile İlgili Bazı İstatistikler: Evet uçuş güvenlidir. Siz ne kadar aynı düşünmüyorsanız da istatistikler bunu gösteriyor. Otoyoldan, trenden, gemiden, köpekli kızaklardan hatta köpeğini parkta gezdirmekten bile daha güvenli. Bazı rakamlar. Uçuş: 4.500.000 da /1 Tren yolu: 80.000. /1 Otoyol: 14.000 /1 Yürüyüş: 2.500.000..../ 1 görüldüğü gibi uçakta kaza geçirme olasılığı çok düşük. Şöyle bir soru gelebilir. "Ama uçak düştümü kurtuluş olmuyor". Her uçak kazasında ölüm olacağı gibi bir düşüncede yanlış. %25 kazada hiç cankaybı yok. %60 kaza ise yüksek oranda hayatta kalma ile sonuçlanmış. Bir çok kazada uçaklar oldukça dayanıklılık göstermişler. Bu bakımdan uçak en sağlam ulaşım aracı. Örneğin önceki yıllarda olmuş bir kazada bir uçak ters dönmüş bir şekilde tam 120 km. hızda 1 saat boyunca sürüklenmiş ve kimse yaralanmamıştı. Bu olayın başka bir araçta yaşandığını düşünün. Sonuç olarak uçak ve uçuş çok güvenlidir. Ulaşım sektörü içinde güvenliğe en yüksek düzeyde önem verilen teknolojinin ve eğitimin en üst düzeyde olduğu havacılıktır. Uçuş aynı zamanda en konforlu ve hızlı olanıdır. Uçuş ve uçaklar hakkında çok daha ayrıntılı bilgiler verilecek ve bu konuda sormak istediğiniz sorular, uçuş uzmanımızca cevaplandırılacaktır.
Korku Nedir? Korku normal ve oldukça sıradan bir duygudur. Hoş bir duygu değildir bazı durumlarda yararlı olduğunu kabul etmek gerekir. Tehlikelerden korur hatta uygun dozlarda motive edici bile olabilir. Aşırı ve panik şeklinde olursa tam tersine bizi engeller. Korkunun objesi gerçek ya da hayal ürünü olabilir. Korku mantıklı ya da mantıksız (usdışı) olabilir. İşte bu irrasyonel olanlara fobi adı verilir. Fobi Yunanca bir kelimedir (phobos) anlamı kaçmaktır. Adından da belli olduğu gibi fobi korku ile kaçınma arası bir duygudur.
Fobi, psikiyatrideki tarifine göre bireyin birşeyden korkusu ona saçma ve mantıksız gelmesine ve bundan korkmamalıyım demesine rağmen bu korku ve kaçınmadan kendini alıkoyamamasıdır. Bunu saçma bulduğu için başkalarına anlatamaması, hayatını, ya da bir işlevini aksatması nedeniyle duyulan sıkıntı, ızdırap ve engelleme durumu da fobinin bir parçasıdır.
Fobi ile korku ya da korkaklık farklı olgulardır. Fobik kişi sadece fobik olduğu şeyden kaçınır. Başka konularda ise oldukça girişken ve cesur olabilir. Sonuçta; bir veya birkaç fobimiz olması herşeyden korktuğumuz anlamına gelmez. Hele cesur bir olmadığımız anlamına hiç gelmez. Uçak fobisi olan bireylerin çoğu entellektüel; iş ya da sosyal yaşamında başarılı olmuş kimselerdir. Elde ettikleri konumu birçok insanın denemeye cesaret edemiyeceği riskleri üstlenerek kazanmışlardır. Fobik psikiyatri de korku bozuklukları başlığı altında değil, anksiyete bozuklukları başlığı altında toplanırlar. Anksiyete, gerginlik stres, endişe kelimelerine karşılık gelir. Büyülü kelime de budur. Uçuş korkusu olanlar gergin, endişeli olabilen insanlardır. Öğrenilmiş ya da koşullanılmış olan bu duygu birçok fizyolojik değişimlere, bu değişimlerde korku ve panik duygusunun oluşmasına neden olur. Gerginlikle başetmede tedavinin temel noktası, fizyolojik değişimleri kontrol etme ve paniğe dönüşümünü engellemeye dayanır. Bunları ileride ayrıntılı biçimde gözden geçireceğiz.
Fobiler Nasıl Oluşur? Fobilerin nasıl oluştuğu konusunda birçok teori vardır. İkisi önem kazanmaktadır. Analitik teoriye göre çocukluk yıllarında başka birşeyden doğan şiddetli korkular ya da endişeler bilinç dışında başka bir objeye kanalize ya da sembolize olmaktadır. Kognitif davranışlı teoriye göre fobi bir şekilde öğrenilmiş ve koşullanılmış kaçınma davranışıdır. Zaman içinde bu kaçınma giderek benimsenir ve mantıksallaştırılır.
Fobilerin tedavisinde ikinci teori daha yararlı ve daha çabuk sonuç verici. Bu yöntemle hastanın negatif kognüsyonları (biliş) değiştiriliyor ve pozitif koşullanma, sistematik duyarsızlaştırma ve adım adım gevşeme, benlik gücü kazanma ve üstüne gitme ile fobi yenilebiliyor. Bunların yanısıra başka psikoterapi teknikleri de kombine ediliyor.(Self imagination, self instruction, Gestald vb). Biz tedavi programımızda bu ikinci yöntemi benimsiyoruz.
Amacımız çok kısa sürede uçuş korkusunu yenmek. Başarı şansı çok yüksek. Analitik ve diğer yöntemlerin tedavi ediciliği bu kadar yüksek oranda değil. Ancak çok dirençli vakalarda analitik yöntem tedaviye eklenebilir.
Uçuş fobisinin yanısıra bir çok fobi bulunabilir. Fobi türleri hakkında genel bir bilgi edinmekte yarar var. Ancak tanımlanmayanlar modası geçenler (örneğin sifiliz 40 yıl önce çok yaygındı) ve yeni çıkanlar var. En yaygın olanı Agorofobi dilimize açık alan ya da meydan korkusu olarak çevrilebilir.
Evden ve yakın çevreden ayrılma korkusu şeklinde tanımlanabilen bu fobi, uçuş korkusuna sıkça eşlik ediyor. Klostrofobi, kapalı, dar, basık alanlarda hissedilen endişedir. Bu da bazı uçuş korkularında var. Uçağın kapıları kapandığında başlıyor. Movie-fobi (hareket, sarsıntı korkusu) bu da başka türü. Virajlı yollardan, deniz otobüsünden, depremden ve türbülanstan korkuya neden oluyor. Başka fobi türleri örneğin kirlilik (mizofobi), su (hidrofobi), fırtına (kerauno-fobi), yılan (ophidio-fobi), kalabalık korkusu (ochlo-fobi), karanlık korkusu (nycto-fobi), yükseklik (akrofobi) gibi. Hatta fobi fobisi bile var (fobisi olmasından aşırı korkma).
Kısacası fobikseniz kendinizi yalnız hissetmeyiniz. Birçok kişiyle aynı duyguyu paylaşıyorsunuz. Şu nokta çok önemli uçuş fobinizin yanısıra başka fobiniz olması, klastrofobi, agorofobi yükseklik fobisi ya da panik atak içeriyor olması tedavinizi güçleştirmez uygulanan yöntemle korkunuzu yenebilir hatta başka fobileri de yenme potansiyeli kazanabilirsiniz.
Uçuş Fobisi Nasıl Gelişiyor? Neden bazı insanlar uçuş korkusu yaşarken diğerleri tam tersine uçmaktan hoşlanır? Aslında uçuş korkusu normal kabul edilebilecek bir korkudur. Bir araştırmaya göre insanların %85'inde şu ya da bu derecede uçuştan korku ya da tercih etmeme vardır. Tıpkı sudan ve denizden korku gibi. Çok az çocuk ilk yıkanışında olumlu tepki verir. Sonra yavaş yavaş suya alışır. Sonra denize. Ancak uçuş korkusunun bu kadar kolay yenilmesi için günlük hayat içinde o kadar olanak yoktur. Bu yüzden ilk uçuşta herkes şu ya da bu şekilde heyecanlanır. Sonuçta sıkça varolan bu korku ile olumlu destekleyici ortamlarda karşılaşıp yenebilmiş olanlar şanslıdır. Tersine olumsuz şartlarda ve sıkça negatif koşullanmış olarak karşılaşırsa bu korkunun fobiye dönüşmesi kolay olmaktadır. Yapılan birçok çalışma uçuş korkusu ile stres arasındaki bağı göstermektedir.
Birçok kişi, ilk uçağa binişte yüksek korku yaşamaları ile o sıralarda başka bir nedenle yaşadıkları akut ya da kronik stres yaşıyor içinde olmaları arasındaki yüksek rastlantıyı tanımlamaktadır. Hatta birçok kez korkusuzca uçağa binmiş insanlarda da uçuş korkusu oluşmasına yolaçan başka bir nedenli yoğun stres görülebilir. Bu strese neden olabilecek major yaşam olayları yaşıyor olma (boşanma, iş kaybı, yakınlarının ölümü vb.) ya da birikmiş minor yaşam olayları olabilir ve birden uçuş korkusu hissedilebilir. Hatta pilotlarda ve diğer uçuş ekibinde de bu nedenlerle sonradan uçuş fobisi ortaya çıkabilmektedir.
Uçuş korkusu genellikle 20-30 yaş arasında kendini göstermektedir. Bu korku cinsiyet, ırk, din, meslek ayrımı göstermeksizin herkesi tutabilmektedir. Ancak entellektüel, mükemmelliyetçi ve evhamlı titiz (obsesif) insanlarda daha sık görülmektedir. Her kim olursa olsun uçuş korkusu olan birey stres yönetimi öğrenmelidir. Çünkü anksiyete, gerginlik bu korkunun başlatıcısıdır.
UÇUŞ KORKUSU EĞİTİM PROGRAMI
Türkiye ' de ilk kez başlatılan eğitimimiz teorik ve uygulamalı olarak iki bölümden oluşmakta. Uçuş korkusu olan kişiler eğitim öncesi uzmanlarımızla bir ya da birkaç görüşme yapıyor. Görüşmeler sonunda problemin boyutları saptanarak birbiriyle uyumlu olabilecek gruplar oluşturuyor.
Teorik uygulamanın ilk aşamasında en önemli konu; grup dinamiği. Daha sonra uçuş korkusu ve fobiler hakkında bilinçlenme ve Sn.Uğur Cebeci' nin ve diğer uçuş personelinin katkılarıyla havacılık ve uçaklar hakkında bilgilenme sağlanıyor.
1. gün Stresle baş etme , ardından da uçuşa olumlu koşullanabilme ve motive edebilme öğretiliyor.
Uygulamalı eğitimin ilk aşaması ise 2. gün gidilen uçuş eğitim merkezinde Simulatörle, uçağın hareketleri ve tirbulans gerçeğe yakın olarak yaşanılabiliyor. Bu uygulamada korkulan objeye karşı duyarlılığı yavaş yavaş azaltmak hedefleniyor.
3.gün ise gerçek bir uçakla 1 saati geçmeyen bir yolculuk yapılıyor. Uzmanlarımız gruba eşlik ediyor ve terapi uçakta tamamlanıyor. Geri dönüş ise herkes için en kolayı. Dönüşte gruba 1 ay içinde 3. bir uçuş önermek dışında başka bir şey önerilmiyor. Bu uygulamanın başarı oranı %80. Dünyada Uçuş fobisinin tedavisine yönelik çalışmalarda başarı ortalamaları % 70 - 75 arasında değişiyor.
1.Gün:
Uçaklar Hakkında Teknik Bilgi Fobiler Hakkında Psikiyatrik Bilgi Fobilerin Tedavi Metodları Grup Paylaşımı Beden Belirtilerini Tanıma Beden Belirtileriyle Baş Etme
2.Gün: Simülatörde Uygulamalar Yaparak Korkuya Duyarsızlaşma
3.Gün: Doktor Eşliğinde İzmir'e Gidiş Dönüş
Uçuş Fobisinin Maliyeti
Her yüz kişiden 10 unda uçuşu engelleyecek boyutta uçuş korkusu görülür. ABD de boing şirketinin yapmış olduğu bir araştırmaya göre uçuş fobisi nedeniyle satılamayan uçak biletleri yılda iki milyar dolar mali kayba yol açmaktadır. Bu rakam satılan biletlerin %9 una karşılık gelmektedir. Dünyada Uçuş Fobisi Eğitim Programları Düzenleyen Şirketler
Hollanda - KLM
ABD-UNİTED AİRLİNES
İsviçre- SWİSSAİR
Avusturya-AUSTRİAN AİRLİNES
Almanya- LUFTHANSA |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Psikiatri........... Salı Haz. 01, 2010 9:07 pm | |
| Uyku bozuklukları
UYKU BOZUKLUKLARI Uyku bozuklukları oldukça sık karşılaştığımız problemlerden biri.Gece uykusu saatleri önemli kişisel farklılıklar göstermekte.Örneğin bazılarımız erken yatıp erken kalkmayı,diğerleri ise geç yatıp geç kalkmayı tercih ederler.Geç yatanlar akşam saatlerinde erken yatanlar ise sabah saatlerinde daha verimli olurlar.Gece uyku saatini belirleyen önemli faktörlerden biri de uyku öncesinde geçirilmiş uyanıklık süresidir.Öğleden sonraki saatlerde özellikle yemek sonrası hissedilen uykululuk hali hemen hemen hepimizin yaşadığı bir deneyimdir.Vücut ısısının kısmen düşmesi ile ilgili olarak yaşadığımız bu uykululuk hali özellikle sıcak iklim kuşaklarında öğleden sonra uykularının alışkanlık haline dönüşmesine sebep olmuştur.Öğleden sonra 1/2-1 saat uyuduğumuzda, bu durum gece uykusunun 1-2 saat kaymasına sebep olmakta,böylece gece uykusu da kısalmaktadır.
Uyku Bozukluklarının Türleri :
Dissomni Parasomniler Tıbbi ve psikiyatrik sebepli uyku bozuklukları Diğerleri Dissomni :
Dissomni terimi uykunun başlatılması ve sürdürülmesinde güçlük,aşırı uykululuk,uyku-uyanıklık siklus bozukluklarını tanımlamaktadır.
Dissomni Sebepleri : Psikofizyolojik ve psikiyatrik sebeplerle ortaya çıkan uyku bozuklukları: Bu 2 sebeple sıklıkla insomnia hali ortaya çıkar.
- Psikofizyolojik olanlar daha sık görülmekte ve ikiye ayrılmaktadır :
****eçici insomnia evlilik ve iş hayatındaki zorluklara bağlı olarak ortaya çıkmakta,genellikle de 2-3 hafta süre sonrasında düzelmektedir.
b.Kalıcı olanları ise şiddetli anksiyete ile birlikte olmakta,negatif şartlanma ile uyuyamama bir davranış biçimine dönüşmektedir. İnsomnia ( uyku bozukluğu ) birçok psikiyatrik hastalığın ana semptomu olarak da ortaya çıkar.Örneğin;depresyonun kesin teşhis kriterlerinden biridir.Burada insomnia hali objektif kriterlerle ortaya konabilmektedir.Halbuki bazı psikiyatrik hastalıklarda objektif insomnia bulguları olmaksızın hasta uykusuzluktan yakınmaktadır.
Psikolojik ve psikiyatrik sebeplerle aşırı uykululuk hali de ortaya çıkabilirse de uykusuzluğa oranla çok seyrek görülmekte hatta bazı yazarlarca objektif verilerle kanıtlanamayacağı iddia edilmektedir.
Alkol ve ilaçlara bağlı uyku bozuklukları : Çeşitli drogların insomnia veya gündüz uykululuk haline sebep oldukları bilinmektedir.Bunlar içinde en önemlisi gece uykusunu bozmaları nedeni ile üzerinde durulması gereken MSS stimülanları ve alkoldür.Özellikle bazı kişilerce alkol yanlış bir inançla uykusuzluğu tedavi amacıyla kullanılmaktadır.Bu maksatla alkol alındığında uyku latensi ( uykuya dalma süresi ) kısalmakta,ancak gece boyunca sık uyanıklıklarla uykunun kalitesi bozulmaktadır.Hipnotikler de benzer bir etki ile uykunun kalitesini bozmakta,ertesi gün etkileri devam ettiğinden sedasyona ( bitkinlik hali ) sebep olmaktadırlar.Uzun süre kullanım ile de bu droglara tolerans ( bağımlılık ) gelişmektedir.Bu nedenle insomnia tedavisinde hipnotiklerden yararlanmak istenildiğinde çabuk etkili yarılanma ömürleri kısa ( etki süreleri kısa ) olanlar tercih edilmeli ve uzun süreli kullanımdan kaçınılmalıdır.
Solunum ile ilgili uyku bozuklukları : Solunum bozuklukları da hem " insomnia"ya hem de gündüz aşırı uykululuk haline sebep olurlar.Bu grubu oluşturan hastalıklar içinde en sık görüleni obstruktif uyku-apne sendromudur.Bu hastalarda uykuda yüzlerce defa tekrarlayan solunum bozuklukları sonucunda aşırı uykululuğa sebep olmaktadırlar.Sonuçta sağ kalp yetmezliği,pulmoner ve arteriyel hipertansiyon ortaya çıkmaktadır.Hastalık %90 şiddetli horlaması olan şişman,kısa boyunlu erkeklerde görülse de,özellikle menopoz sonrasında seyrek olarak kadınlarda da görülebilmektedir.
Sentral uyku-apne sendromu üzerinde önceleri yoğun araştırmalar yaplımış,anormal solunum olayları obstruktif,mikst ve sentral olarak ayrılmıştır ( beyinsel sebepler );ancak son zamanlarda bu ayırımın pratik bir önemi olmadığı,sentral uyku-apne sendromunun bazı nörolojik hastalıkları seyrinde rastlanan nadir görülen bir sendrom olduğu ortaya çıkmıştır.
Periyodik bacak hareketleri ve uykusuz bacaklar sendromu: Periyodik bacak hareketleri de hem "insomnia"ya hem de gündüz aşırı uykululuğa sebep olsalar da sıklıkla hastalar"insomnia"dan şikayet ederler.Uykuda solunum bozukluklarında olduğu gibi uyku sırasında ritmik olarak tekrarlayan sıçramalar uykunun derinleşmesini engellemekte,bioelektrik ve davranışsal uyanıklıklar olmakta ve dolayısı ile ruhsal dinlenmenin sağlandığı REM döneminin süresi azalmaktadır.
Huzursuz bacaklar sendromu uykuda periyodik hareketlerle birlikte görülebilmekte veya tek başına ortaya çıkabilmektedir.Bu sendromde hastalar yatağa yattıklarında bacaklarında tarif edemedikleri bir huzursuzluk hissetmekte,kalkıp dolaştıklarında rahatlamaktadırlar.Huzursuzluk hissi uykunun başlamasını geciktirmekte ve hastalar daha çok insomniadan şikayetle hekime gelmektedir.
Toksik ve çevresel sebepli uyku bozuklukları: Bugüne kadar uyku bozukluğuna sebep olduğu ispatlanmış bazı- ağır metaller dışında insomniye sebep olan toksik madde yoktur.
Çevresel nedenler ise uykusuzluğa sebep olan en önemli nedenlerin başında gelmektedir.Gürültü,ışık ve ısı en önemli nedenlerdir.Diyet de uykuyu etkileyen faktörlerdendir.Örneğin bazı sütler insomniaya sebep olmakta veya aşırı aşırı sıvı alımı veya gıda alımı gece içi uyanıklık sayısını artırarak uykusuzluğa sebep olabilmektedir.
Narkolepsi-katalepsi sendromu: Genellikle genç yaşlarda görülür,tekrarlayan asıl şikayet gündüz kısa süreli ve sık uyku ataklarıdır.Hastalar bu kısa süreli uykulardan dinlenmiş olarak uyanırlar.Beraberinde katalepsi denen ve heyecanla ortaya çıkan ekstremite,baş ve boyundaki ani tonus kaybı hali ( baş,boyun,kollar veya bacaklarda ortaya çıkan ani güç kaybı .Örneğin başın aniden öne düşmesi ) olduğunda teşhis kesinleşir.Hastalığın 3.semptomu uykuya dalma sırasında ortaya çıkan ani,kısa süreli uyku paralizisi denen tonus kaybıdır.Dördüncü semptom ise yine uykuya dalarken ve uykudan uyanırken ortaya çıkan halüsinasyonlardır.
Uyku Bozukluklarının Tedavisi :
Yukardakilere benzer şikayetleriniz varsa bir nöroloji uzmanına başvurmanız gerekmektedir.Teşhiste görüntüleme yöntemleri,beyin dalgalarını kaydedip incelenmesini sağlayan EEG yöntemi ve uyku laboratuarında hastanın uykusunun izlenmesi gibi tetkikler kullanılır. İstanbuldaki en geniş olanaklara sahip uyku laboratuarı İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalında bulunmakta ve Prof.Dr.Hakan Kaynak tarafından yönetilmektedir. Türk Uyku Araştırmaları |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Psikiatri........... Salı Haz. 01, 2010 9:07 pm | |
| Uyku problemleri ve uykusuzluk
Uyku insanoğlunun her zaman çok ilgilendiği konular içerisinde yer almıştır. Bunun nedeni her birimizin günlük işlevselliğimizi sürdürebilmek için uyku uyumaya ihtiyacımızın olmasıdır. Günlük aktivitelerimizi devam ettirebilmek için,verimli olabilmek için bir günde belli sürede uyumamız gerekmektedir. Ve biz,bu gerekli uykuyu alamazsak gün boyu bunun sıkıntısını çekeriz. Unutkan oluruz,sinirliliklerimiz artar, dikkatimiz dağılır, iç sıkıntısı duyarız. Ancak bazen de uykuyu fazla kaçırmaya başlarız. O zaman da, problem olur bizim için. Az uyumak gibi çok uyumakta bir problemdir. Altında yatan sebep araştırılmalıdır. En önemli sebeplerden biri depresyondur. Aşırı uyuma ile birlikte sinirlilik halleri öfke hayattan zevk almama halleri de eşlik edebilir. O zaman konuya daha hassas davranmalı kendimizi bunu sebebine yönelik araştırma yapmaya yönlendirmeliyiz.
“Uykunun normali nedir ?” diye bir soru sorulursa o zaman şöyle cevap vermek gerekir. Uyku uyuma hususunda herkes için geçerli olan bir normal olmamakla birlikte 6-8 saat normal uyku kabul edilebilir. Gerçi uykunun süresi kalitesi ile alakalıdır. Sık sık uykunun bölünmesi ile uyku süresi artar. Yani verimli bir dinlenme için daha uzun süre uyumak gerekir. Oysa rahat, normal sıcaklık ve neme sahip bir ortamda uyanmadan uyunan bir uyku daha kısa da olsa yetebilir. Bu nedenle şartlar da göz önüne alınmalıdır.
Günlük olaylarla etkilenme uyku süresini bozabilir. Mesela sınavımız kötü geçmiş olabilir, eşimizle kavga etmiş olabiliriz yada o gün çok ciddi para kaybetmişizdir. Ama bu tür uyku bozuklukları gelip geçicidir . Sebep ortadan kalktıktan sonra tamamen düzelir.
Bazen de çok uzun uyunabilir. Eğer tembellik etmiyorsak ve uykumuzun aşırı olması çok uzun zamandır varsa ve biz buna rağmen dinlenmemiş kalkıyorsak o zaman ilk önce uyku hijyeni şartlarımızı gözden geçirmeliyiz. Yani yatağımız sağlıklı mı ? Odamızın havası temiz mi? Oda ısısı normal mi ? Geceleri sık sık uyanıyor muyuz ? Tüm bunları gözden geçirdikten sonra hiçbir problemimiz yoksa ve fazla uyumamız hayatımızdaki baz işleri kısıtlamaya başlamışsa artık iş çığırından çıkıyor demektir. Biz uykumuz için bir hekime başvurmalıyız ve sebebe yönelik araştırma yapmalıyız. Kaynağını bulmalı ve bunu halletmeliyiz.
Aslında herkesin herhangi bir zamanda uyku problemi olur. Bunun için pek çok neden bulunmaktadır. Uykusuzluk en az üç hafta süren uykuya başlama ve devam etmede güçlük olarak tanımlanmıştır. Bir ya da iki gece bozulan uyku, uykusuzluk kavramına uymaz. Aynı zamanda gün boyunca yorulmadıysanız, ne kadar kötü uyuduğunuzu düşünürseniz düşünün uykusuzluk yakınmanız yoktur. Böyle bir durum bile zaman zaman uyuma probleminin olmadığı anlamına gelmemektedir ve bozuk bir uykunun sıkıntısını bilmek için uykusuzluk çekiyor olmanız gerekmez.
Genç kişilerin yaşlılardan daha az uyku problemi var gibi görünmektedir. Buna karşın yukarıda belirtildiği gibi bunun yaşlandıkça uyku paternlerinizde meydana gelen değişiklikle ilgisi olabilir. 20 li yaşlarında her 10 kişiden biri uyku problemi olduğundan yakınırken yetmişli yaşlardaki kişilerin 3 te biri şikayet etmektedir.
Farklı kişiler klasik olarak aşağıdaki problemlerin bir ya da daha fazlasıyla, farklı şekillerde karşılaşmaktadır:
- Uykuya başlama ve uyuma zamanı arasının uzunluğu (sıklıkla bir o yana bir bu yana dönme)
- Gece boyunca pek çok kere uyanma, bunun sonucu olarak da sabahleyin kötü uyku uyumuş olma duygusu
- Erken uyanma ve daha sonra tekrar uyuyamama
Kötü uykunun nedenleri
Endişe - stres ve anksiyete
İlaçlar - aşırı alkol - aşırı nikotin - aşırı kafein - çeşitli reçeteli ilaçlar
Dış faktörler - ses - ışık - aşırı sıcak ya da soğuk - rahatsız yatak
Tıbbi durumlar - ağn - horlama ve uyku apnesi - nefessiz kalma (örn. kalp ya da akciğer hastalığının yol açtığı) - idrar sıklığı - depresyon
Günlük hormonal ritmin bozulması - uzun mesafe uçak yolculuğu - gece işi
Fizyolojik - yaşlılık
Anksiyete
Endişe, uyuma güçlüğü için öne sürülen en sık nedendir. Aslında; neredeyse herkes bir gece endişe nedeniyle rahatsız bir gece uykusu geçirmiştir - düşünceler kafanızda uykunuzu engelleyecek şekilde dolanırken klasik olan bir o yana bir bu yana dönme hikayesi. Eğer bu uyumada bir güçlüğün nedeniyse o zaman endişeye yol açan problemlerle uğraşmalı ya da en azından uyumak için geçmişin ya da ertesi günün endişelerini unutmak mümkün olacak şekilde yeni alışkanlıklar geliştirmektir.
İlaçlar
İlaçlar kötü uykunun en alışılmış diğer bir nedenidir. Uyku paternlerinde oluşturdukları rahatsızlıklar gençleri yaşlılardan daha az etkilemektedir.
Aslında, sıklıkla gecenin sonunda içilen bir ya da iki bardak kahve 30 lu yaşlarındaki insanların bile iyi uyumasını engellerken, 20 li yaşlarındakiler hemen hiçbir etki hissetmez ve çok iyi uyurlar.
Kafeinin sizi uyanık tuttuğu iyi bilinmektedir, özellikle de kahve gece geç içildiğinde nikotinin de benzer etkisi vardır.
Alkolün bozuk bir uykuya yol açtığı belki de daha az iyi bilinmektedir. Sıklıkla gecenin sonunda içilen sevdiğiniz bir kadeh içkinin iyi bir gece uykusu uyumanıza yardımcı olacağı düşünülmektedir. Bu alkolün alımdan birkaç saat sonra oluşan geri dönüm ya da çekilme etkisi nedeniyledir. Zira uykuya çabucak dalıp fakat sabahın erken saatlerinde uyanma deneyimi.
Uyku hapları doktorlar tarafından hastalarına geniş ölçüde reçete edilmektedir ve şaşırtıcı şekilde doktorların kendileri tarafından da kullanılmaktadır. Bu durum, kullanımlarının ortaya çıkardığı problemin şu anda iyi bilinmesi gerçeğine karşın devam etmektedir. En iyisi uyuma ile ilgili kısa dönem problemlerde yararlı olmalarıdır, fakat bu ilaçları uzun dönemler için kullanmak anlamlı değildir. Başka bir özellik de uzun süreli uyku hapları kullanmanın uyuma problemine neden olan sorunu ortadan kaldırmanıza yardımcı olmayacağı ve uyku haplarını aldıktan sonraki etkinin oldukça dramatik olabileceğidir. Tüm formülasyonlar REM ve non-REM uykusunun doğal ritmini değiştirmemesine karşın pek çoğunun etkileri belirsizdir.
Dış Faktörler
Çok gürültülü, çok sıcak, çok soğuk ya da yeteri kadar karanlık olmayan bir oda kolaylıkla uyku problemine yol açabilir. Eğer durum böyle ise o zaman odayla ilgili bazı değişikliklerin sırası gelmiştir. İdeal olarak da kat kat gecelik giymeyi gerektirmeyecek şekilde rahat olmanızı sağlayacak kadar sıcak olmalıdır (fakat tercihen rahatsız edici kadar da sıcak olmamalıdır!). Oda iyi havalandırılmalıdır - eğer mümkünse kısmen açık bir pencere ile uyuyun. Uyuyanların tümü, özellikle de iyi uykucular uykularını alabilmek için makul derecede bir sessizliğe gereksinim duyarlar ve tabii ki eğer ortam karanlık değilse uykuya dalmak daha güçtür - örneğin perdeler sokak lambalarını ya da dışarıdaki diğer ışıkları kapatmaya yetecek kadar kalın mı?
Pek çok kişi orta derecede sert bir yatakta kendini en rahat şekilde hisseder - kısa dönemde yumuşak bir yatak daha rahat görünebilir, fakat uzun dönemde sırtınız için iyi değildir ve iyi bir uykuyu harekete geçirmesi olanaklı değildir. Çift kişilik yataklar bir problem ortaya çıkarabilir, özellikle de eşlerden biri diğerinden daha sert bir yatak severse. Bununla birlikte, iyi bir çift kişilik yatak ortada bombe yapmaz.
Tıbbi koşullar
Uykusuzluğa neden olabilecek pek çok tıbbi problem vardır. Uyku apnesi esasen aşırı kilolu erkekleri etkileyen ilginç bir durumdur. Bu durumda uykuya dalışta hava yolları soluk almayı engelleyecek şekilde 20 ila 30 saniye kadar tıkanmış gibi gözükür. Bu da hastayı uykudan uyandıracak şekilde iki ya da üç kez güçlükle nefes almasına yol açar. Ardından hiçbir şekilde iyi bir uyku uyunamaz. Horlama da aşırı kilolu olmakla bağlantılıdır ve horlayan kişi genellikle iyi uyuyabilmesine karşın, eşi ve hattı aynı evdeki diğer insanlar oldukça etkilenebilir.
Uyku Sorununuzun Olası Yanıtları
Eğer problemli uykunuz varsa bu durumu düzeltmeye çalışmak için yapabileceğiniz pek çok şey vardır:
- Sizi uyandıran ya da uyutmayan şeyleri belirleyen birçok şey olabilir.
- Ozel problemlerle gün içinde ya da akşam ilgilenmeye çalışın - tamamen üstesin -den gelinmediyse en azından ertesi gün ilgilenmek üzere hareket planı yapmaya çalışın; daha sonra onları gece boyunca bir kenara koymak için çaba sarf edin. Bazı kişiler hareket planlarını yazmayı yararlı bulmaktadır.
- Gece geç saatte harekete geçirici aktivitelerden uzak durun - bunun içinde iş (bazen önlenemeyen ya da kurs!), ağır egzersiz ve tartışmalar vardır.
- Hemen yatma saati öncesi aşın yemeyin
- Kahve, çay ve tütün gibi uyarıcılardan gece geç saatte uzak durun
- Gece aşırı alkolden kaçının - alkol uyumanıza yardımcı olacak gibi gözükse de harekete geçirdiği uyku kalite açısından zayıftır ve ertesi sabah kendinizi zinde hissetmemenizi yoiaçar.
- Kendinize her akşam yapacağınız rutin bir iş bulun. Bu sizi rahatlatacak ve hoşunuza gidecek bir şey olmalıdır.
- Yatak odasını sadece uyku için kullanın - yatak odasında okuma (bunun uyumanıza yardım ettiğini bildiğiniz takdirde aksi olabilir), televizyon seyretme, yemek yeme ve kesinlikle çalışma yapılmamalıdır
- Hergün hatta erken kalkmanız gerekmeyen günlerde bile kendinizi erken kalkmak üzere ayariayın
- Eğer uyanma güçlüğünüz varsa, odanın diğer bir tarafına çalar saat koymayı ya da uyandığınızda hemen ışıkları açmayı deneyin
- Düzenli egzersiz yapmaya çalışın
- Yatak odasını yatmak için hazırlayın, fakat sadece yorgun olduğunuzda yatağa gidin
- Tüm bunlara karşın uykuya daima güçlüğünüz olduğunu fark ederseniz yatakta uyanık bir halde oradan oraya dönmeyin. Kalkın ve başka bir odada rahatlatıcı bir şeyler yapın. Kendinizi yorgun hissedene kadar da yatağa geri dönmeyin.
- Gece yarısı ya da sabah erken uyanırsanız yatakta yatmayı sürdürmeyin. Kalkın ve başka bir odada bir şeyler yapın. Eğer gece yarısı kendinizi böyle bir durumda bulursanız endişelenmeyin. Normalde yapma fırsatı bulamadığınız bir şeyler yapın,örneğin kitap okuyun, hafif müzik dinleyin ya da normalde yoğun olan dünyanızın huzur, sessizlik ve sakinliğinin tadını çıkarın. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Psikiatri........... Salı Haz. 01, 2010 9:07 pm | |
| Yeme bozuklukları
Anoreksiya Nervosa:
Aşağıdakilerin varlığı halinde bu rahatsızlıktan bahsedilmektedir.
1-Bulunduğu yas grubu ve boy uzunluğu acısından normal kabul edilen en az kilo ya da bu ağırlığın üzerindeki bir kiloyu kendisi için uygun bulmayıp,kabul etmeme.
2-Yas ve boy göz önüne alındığında beklenenden daha düşük bir kilosu olmasına rağmen kilo almak veya şişmanlamaktan aşırı derecede korkma.
3-Kişinin kilosu ya da vücut şeklini algılayışında bozukluk vardır. Kişinin kendini değerlendirişinde kilo ya da vücut seklinin ,olağandan çok daha fazla ve anlamsız ölçüde bir yer kaplaması veya o anki kilosunun düşük olmasının öneminin farkına varmama.
4-Bayanlarda birbirini izlemesi gereken en az 3 adet döneminin olmaması
Bu rahatsızlığın kısıtlı ( bu durum yaşanırken kişide bir anda "patlayıncaya dek" yeme ya da kendini kusmaya ya da lavman- idrar söktürücüler ile yediklerini çıkarma davranışının olmadığı) tip ya da bu sayılan davranışların olduğu tiksinircesine yeme/ çıkartma tipi olarak 2 şekli vardır.
Hastaların çoğunun düşünce içeriği yemek ile ilişkilidir. Kimileri kalan, artan, yiyemedikleri yiyecekleri bırakamayıp, biriktirir, bazıları da hiç yapamayacağı yemek tariflerini edinmeye çalışabilir. Topluluk içinde yemek yeme konusunda isteksiz davranabilirler. Başlangıç ta çevrelerinden ilgi ve beğeni görmek için , kendileri üzerinde kontrol sağladıklarını görmek amacıyla alınan besinleri kısıtlamaya başlarlar. Eski kilolarına ya da çevrelerinde görünüm olarak beğeni kazanan kişilerin kilosuna inmek için hedef belirler. Kendileri gün içinde farklı zamanlarda tekrar tekrar tartar Tıkınırcasına yeme-çıkartma tipine ait grubun alkol-madde kötüye kullanımı, daha çok duygusal durumda dalgalanmalar ve cinsel aktivitelere sahip olup, dürtülerini kontrollerinin daha zor olduğu gözlenmiştir.
Kişiler kilo kayıplarını arttırmak için fiziksel egzersizler yapar ya da yorucu fiziksel uğraşılar içine girerler. Öyle ki kişi daha çok enerji harcayıp, kilo verebilmek için oturmayıp, ayakta durmayı yeğleyebilir ya da durduğu yerde el ve ayaklarını hareket ettirebilir. Kişinin toplumsal ilişkileri azalabilir. Sadece is, fiziksel egzersiz ve kilo düşünceleri ile ilgilidir. Bir deri bir kemik kalsa bile kilolu olduğu düşüncesindedir. Kişiler kendilerine listeler hazırlayarak kendilerine yasakladıkları yiyecekleri belirterek, bunları yemeyeceklerine yeminler ederler. Yarim kilo bile almaları onları zayıflıktan şişmanlığa geçtikleri seklinde düşündürür. Uzun sure bir konuya dikkatlerini veremezler . Kendilerine güvensizlik yoğun bir şekilde kendini hissettirmektedir. Gitgide sosyal çevrelerini kısıtlarlar.
Çocuk gelişiminin erken evrelerinde, anne-çocuk iletişiminde çocuğun kendi başına,özgür davranışları üzerine yapılan müdahalelerin önemine dikkat çekilmektedir.
Anoreksia başlangıcı sonrasında genellikle obsesif- kompulsif davranışlar başlayabilir. Özellikle temizlik saplantıları ( ev temizliğine yönelik aşırı aktiviteler gibi) ve ders çalışma ile ilgili saplantılara rastlanabilir. Cinsel gelişimlerinde sorun olduğu gibi , cinsel isteksizlik ve diğer cinsel sorunlar da beraberindedir.
Bu kişilerde hastalığın yol açtığı vücutsal değişimler:
Hastalarda kansızlık, vücut su- tuz dengesinin bozulması, kanda kolesterol ve üre düzeylerinin artışı, karaciğer enzimlerinin yükselmesi, tiroid bezi hormonlarının düşmesi, kadınlarda ostrojen dediğimiz kadınlık hormonu ,erkeklerde testesteron denen erkeklik hormonu düzeylerinde düşme sonucu cinsel işlevlerde azalma, kalp atımında azalma ve düzensizlikler, beyin boşluklarının beyin dokusuna oranla kapladığı hacmin artışı oluşabilmektedir.
Kimlerde görülmektedir:
Bu rahatsızlık düzenli ve bol çeşitli yemek yeme olanaklarının olup, göze hoş görünmenin zayıf bir vücut yapısı ile paralel düşünüldüğü bati toplumlarında, kentsel alanlarda daha çok gözlenmektedir. Hastaların % 90-95 i kadındır. Anoreksia nervosa genç kızlarda % 0,5 oranında saptanmakta, genellikle 12-25 yas arasında rastlanmaktadır.
Son yıllarda yurt dışında yapılan çalışmalara göre hastalığın yüz bin kişide 15-20 arasında görüldüğü saptanmıştır.
Rahatsızlığın oluşumunda etkili risk faktörleri:
- Yaşanılan sosyo-kültürel çevrenin etkisi ile zayıflığın kesin güzellik ölçütü olması durumu yaygınlaştırmaktadır. Bazı mesleki alanlar ( hosteslik, modellik, dans ve müzikle uğraşanlarda) bu yüzden özellikle risk altındadır.
-Bu rahatsızlığı olanların ailelerinde depresyon, alkolizm, şişmanlık ve gene bir yeme bozukluğuna daha çok rastlanmaktadır. Bu kişilerin annelerinin daha çok diyet yapıp,yeme bozukluğunun olduğu, sürekli diyet yapma düşünceleri ile haşır nesir oldukları, kızlarının da diyetleri konusunda yoğun düşünceler içinde olabildikleri gözlenmiştir.
- Aile yapıları itibariyle, bağımsız hareket serbestisinin verilmediği ve aile işleyişi açısından yeterli keyif alınmayan doyum sağlanamayan ilişkilerin varlığı.
-Öncesinde var olan aşırı şişman beden yapısı
-Çocukluk cağı başlangıçlı diabet ( seker hastalığı) varlığı
- Geçmişte yaşanan cinsel, fiziksel tacizler.
Rahatsızlıktaki kişisel düşünce yapıları:
- Kişisel açıdan kendilerini yardıma muhtaç ama yardim edilemez görürler
- Kendi ve çevreleri üzerindeki denetimi kaybetme korkuları vardır.
- Aşırı bir şekilde başkalarının görüşlerine bağımlı olarak özgüvenlerini koruyabilen, onların yeterli ya da olumlu desteği olmadığında kendilerini bir hiç olarak görürler
- Bir şey ya tam olmalı ya da hiç olmamalı seklinde bir düşünce yapısı olan kişilerdir.
Hastalığın seyri:
Hastaların yarısının ilerleyen donemde iyileştiği, dörtte bir oranında hastanın kısmen iyileştiği, ancak bir miktar yakınmalarının sürdüğü belirlenmiştir. Hastalık sonucu olum oranının % 5 civarında olduğu gözlenmiştir.
Hastalığın gidisine olumsuz etki yapan faktörler:
-Ailede aşırı geçimsizlik, tartışmalı ortam
-bulimianın hastalığa eslik etmesi
-Kusma, dışkılamayı arttırıcı ilaç kullanımları
-Obsesif-kompulsif, histerik, depresif, nörotik davranış yapıları, zeminde bulunan psikiyatrik sorunlar nedeniyle, kişide vücutsal yakınmaların fazlaca gündeme gelmesi (gastrit, kolit vb.)
-Hastalığı inkar eden davranışlar içine girilmesi.
Hastalığın gidisini olumlu etkileyen etmenler arasında ise erken başlangıç yaşı, hastalığı kabul etmek ve kendine güvenen bir kişilik yapısının bulunması sayılmaktadır.
Tedavi:
Psikoterapide hastanın kendi duygularını uygun bir şekilde ifade edebilmesi, yeme davranışı üzerine kurulu yanlış düşünce tarzının değiştirilmesi, vücuduna yönelik olumsuz algılamaların düzeltilmesi, özgüvenin oluşturulması, kişilerarası sorunların belirlenip, çözümüne yönelen bir yaklaşımın oluşturulmasına çalışılır.Tedavide davranışçı terapi, aile terapisi ve grup terapisi kullanılabilir
Bulimia Nervosa:
Aşırı ölçüde , adeta " aksırıncaya, tıksırıncaya, patlayıncaya dek" krizler halinde tekrarlayan yemek yeme nöbetlerinin olduğu bir rahatsızlıktır. Aşağıdaki iki belirti bu duruma eslik etmektedir.
1-Belirli bir sure içinde , benzer durumdaki pek çok kişinin yiyebileceği besin miktarının çok daha fazlasının tüketilmesi
2- Bu durum yaşanırken yemek yeme üzerine kişide kontrolün kaybı hissi olur (yemeği sonlandıramayacağı , miktarında aşırıya kaçıp, kontrol sağlayamayacağı hissi).
Kişi kilo almamak için isteyerek kusma, dışkılamayı arttırıcı ya da idrar sokturucu ,yan etki olarak zayıflama yapabilecek ilaçları kullanır. Yemek yemeyi kendine yasaklayıcı tutumlar ya da normalden daha çok fiziksel aktivite ya da yoğun kültür fizik hareketleri gibi uygun olmayan telafi edici, kompanse edici davranışlar içine girer.
Tıkınırcasına yemek yeme ve uygun olmayan telafi davranışları en az 3 ay sure ile en az haftada 2 kez görülmektedir.Kişinin kendine bakışında vücut sekli ve kilosu önemli bir yer işgal edip, sahip olunan özellikler normalden çok daha fazla etkili olmaktadır.
Rahatsızlığın 2 tipi vardır. Birincisinde düzenli olarak kusma, idrar sokturucu ve dışkılamayı arttırıcı ilaçlar kullanılmaktadır. İkinci şekilde ise kişide bunun yerine yemek yememe ya da anormal derecede fiziksel aktivite ya da vücut egzersizleri gibi alınan kalorileri telafi edici davranışlar görülmektedir.
Patlarcasına yeme süreçleri çoğunlukla 2 saatten kısa sure içinde olmaktadır. Bu arada daha çok karbonhidrat içeriği fazla olan tatlılar, pastalar gibi kalorice zengin besinler tüketilmektedir. Kişiler bu davranışlarını gizlemeye çalışır ve bu davranışlarını kıyıda, köşede sergilerler. Bu yeme davranışları planlı olabileceği gibi, aniden bir anda da başlayabilir. Yeme davranışı çok hızlıdır. Bu durum çevresel stres etkenleri ile tetiklenir. Atıştırma atakları alışılan aralıklarda ya da öfke, gerilim, yalnızlık ya da depresif duygulanımın olduğu dönemlerde tetiklenebilir. Yemek yenirken geçici bir sure gerilim duserse de sonrasında bunu cokkunluk ve pişmanlık düşünceleri izler. Ya kendisi kusar ya da kusmaya veya dışkılamaya yardımcı olabilecek ilaçlara yönelir.
Bu kişilerde ilerleyen dönemlerde alkol-madde bozuklukları , depresif durumlar görülebilmektedir. Bu kişilerin daha çok kişilik bozukluklarına sahip olduğu ( daha çok sınırda kişilik bozukluğu) gözlenmiştir.
Toplumda kadınlar arasında % 1-3 oranında görülmekte, daha çok erişkinliğe geçiş döneminde başlamaktadır. Ailelerinde de bu rahatsızlığa ya da madde kötüye kullanımı ya da depresif rahatsızlıklara daha yüksek oranda rastlanmaktadır.
Bulimia çoklukla önceden şişman olan kişilerde görülse de madde kullanımı ya da anoreksiayi takiben de gelişebilmektedir. Kişinin vücuduna yönelik olumsuz değerlendirmeleri anoreksiaya göre daha fazladır. Bazı durumlarda kişi yiyecek maddeleri çalar ya da para çalarak gıda maddelerini bu amaçla elde etmeye çalışır.
Depresyon genellikle hastalığa eşlik eder. Bu kişilerde madde kullanımları özellikle yoğun alkol kullanımı da görülebilmektedir. Kadınlarda çoğunlukla adet düzensizlikleri oluşmakta, bazı hastalarda tansiyon düşüklüğü ve kalp atım sayısında azalmaya rastlanmaktadır.
Kusmalar nedeniyle hastanın su-tuz dengesi bozulabilir. Yemek borusu hasarları, tükürük bezlerinde büyüme ve diş çürümeleri görülebilir.
Tedavi:
Hastalarda ilaç tedavisi yanında psikoterapi de etkilidir. Psikoterapide hedeflenenler anoreksiada bahsedilenler gibidir
Orthoreksia Nervosa:
Son zamanlarda doğal hayatın bozulması, hava kirliliği,artan kanser vakaları, kalp hastalıkları vb. nedenlerle herkes yedikleri,içtikleri besinler üzerinde daha titizlikle durmaya başlamış durumdadır. Ailesi Istanbul dışından gelmiş olanlar kendi yörelerinin ürünlerini bulmaya çalışmakta, konuşmalarında o günlerin meyva, sebze yada etlerinden nostaljik bir tad alarak bahsetmektedirler. Bu durum tabii ki ailesi İstanbul kökenli olanlar içinde geçerlidir. Onlar da Çengelköy salatalıkları, Yalova elmaları, Kanlıca yoğurtlarından benzer bir şekilde bahsetmektedirler. O dönemlerde yapay gübreler yoktu, toprağın özelliği de doğal olarak farklıydı. O koşulları aynı şekilde tekrar oluşturamayız. Fakat bir an için düşünün ki, sadece en katkısız, en doğal, en temiz , en taze besini almak için seferber olmuşsunuz. Hatta tazelik öyle bir düzeydeki sizin için topraktan çıkartılan sebze 15 dakika geçmeden sizce yenilmeli, hiç buzdolabına girmemeli, hiçbir şekilde endüstri ortamından geçmemeli . Bunun için her defasında üreticinin bulunduğu ortama bile gitmeniz gerekebilir. Belli miktarda suyla haşlamanız ya da belli sürede haşlamanız, kızartmamanız gerektiğine inanıyorsunuz ve bunu ancak evinizde sağlayabilirsiniz, çünkü diğer insanlar sizin gibi yemek yemiyorlar. Ne kadar zor bir durum değil mi?
Henüz tüm dünya psikiyatristlerinin ortaklaşa bir şekilde oluşturdukları geçerli tanısal sınıflandırmalarına girmemiş olsa da günümüz dünyasında sık olarak bu durumdaki kişilerle karşılaşmaktayız.Rahatsızlık ismini Eski Yunancada saf, doğru ve gerçek anlamındaki ‘ortho’ sözcüğü ile besinlerini kısıtlama ile karakterize bir yeme bozukluğu olan ‘anoreksia nervosa’ adlı rahatsızlığın bileşiminden almaktadır.
Bu kişiler sadece doğadan geldiği gibi saf besinlerle beslenmeyi hedefleyip, onun haricindekilerden kaçınan kişilerdir. Bu gıdalardan ne kadar yiyecekleri, bunların nereden ,ne koşullarda geldiği ile aşırı ilgilidirler. Bu turden gıdaları hangi mekanlarda bulabileceklerini araştırıp, buralara yönelirler. Hayatları neredeyse tükettikleri besinlerin sağlıklılığı üzerine kurulmuştur. Besinleri bozan nedenler ya da bozulmayı önleyecek katkı maddeleri üzerine yoğun bir şekilde odaklanmışlardır. Kişiler uzun süreli olarak mükemmel ,en saf diyet peşindedirler. Genellikle vegeteryan bir beslenme düzenine sahiptirler.
Orthoreksia , anoreksia nervosa’ya ( kişinin kendine göre aşırı kilolu olduğu düşüncesiyle, bazen çok zayıf olmasına rağmen yemek yemeyi kesmesi durumudur) besinlerin kısıtlanması yönünden benzemektedir. Ancak anoreksiada alınan besin miktarı ve tipi kısıtlanırken, ortorekside besinin kalitesi üzerine odaklanılmaktadır. Ayrıca alınan besinlerden en iyi şekilde yararlanmak için uzun süre,aşırı bir şekilde ağız içinde çiğneme gibi davranışlar gözlenmektedir. Katkı maddeli gıdalardan , şeker ve tuzdan kaçınılır, sadece çiğ sebze ve meyve ya da sadece pişirilmiş gıdaların tüketimine yönelinmektedir. Bunun sonucunda kişinin alması gereken protein,vitamin, mineral ve yağlar alınamadığından kişide kansızlık, kemik erimesi, hatta ileri durumlarda ölümlerle karşılaşılabilmektedir.
Kişi bu durum nedeniyle hayatını olduğu gibi ,dolu dolu ve rahat bir şekilde yaşayamamaktadır. Bireyler aşırı kaygılı bir duruma gelmekte, etraflarındaki kişilerin de beslenmesine bu şekilde yön vermeye çalışmaktadırlar.Kişinin geçmişinde yaşadığı ağır sorunlar nedeniyle , çevresi ve dış dünya ile olan sorunları ile aktif bir şekilde başaçıkamaması ya da gereken tepkileri verememesi nedeniyle, varolan kaygısını yenebilmek için bilinçaltı bir savunma mekanizmalarıyla düşüncelerini başka bir konuya odaklaması sonucunda gerçekleşmektedir.
Burada önemli olan nokta normal ve anormali ayırmaktır.Kısa süreli olarak kişilerin doğal besinlere önem vermesi, bazı besinleri geçici olarak terketmesi bu rahatsızlığın kapsamına girmemektedir. Rahatsızlığı olan kişiler normalden farklı olarak sosyal,mesleki işlevselliklerinde bozulmalar gösterirler. Günlük hayatları besinlerin niteliğini düşünmekle geçmektedir. Bunun altında günlük yaşam olayları ile başedemeyip,günlük streslerden kaçınma çabaları yatabilmektedir. Kişilerin çevreye ve kendileri dışındakilerin hazırladıkları gıdalara olan güvensizliklerinin temelinde kendilerine olan güvensizlikler, yetersizlik duyguları yatabilmektedir. Bu şekildeki davranışları ile çevrelerin karşı kendilerini daha güçlü, çevrelerini etkileyebilecek, doğruyu gösterecek bir öğretmen gibi hissedebilirler. Yaşanan çaresizlikleri ya da sorunları zihinlerinden bu şekilde uzaklaştırarak, tutunacakları, söz sahibi olacakları bir durum oluşturmuş olurlar. Bu durumdaki bireyler genel olarak dış dünya hakkında olumsuz düşünmekte, ancak bu düşüncelerden kaçabilmek için bu duygularını sadece besinlerin olumsuz bir şekilde hazırlandıkları yönünde bir düşünceye çevirmektedirler. Sürekli olarak mükemmellik peşinde koştukları için , bunu gerçekleştirememeleri kendilerinden, çevrelerinden memnun olmamaları bu alana yansımış ve mükemmel gıdalara yönelerek, bu amaçlarını dolaylı olarak gerçekleştirmelerine hizmet etmiştir.
Bu kişilerde sıklıkla evlilik , cinsellik, mesleki ortam, ailesel ilişkiler ve kendilerini algılayışları ile ilgili sorunlara rastlanmaktadır. Daha çok 20-40 yaş grubu arasında ,genellikle kadınlarda, sosyoekonomik ve kültürel düzeyi yüksek kişiler arasında görülmektedir. Bu durumdaki kişilerin daha çok kentsel alanlarda yaşadıkları düşünülmektedir.
Bu durumdaki kişiler günde en az 3 saatlerini besinleri düşünerek geçirmektedirler. Ertesi gün yiyecekleri besinleri bugünden planlamaktadırlar. Yediklerinden zevk almak yerine ,bunu bir erdem olarak görürler. Bu konuda çok katıdırlar, bu alışkanlıklarından taviz vermezler. Bu şekilde yediklerinden dolayı kendilerine verdikleri değeri artmış hissederler,özgüvenlerini arttırırlar. Bu şekilde beslenemeyenleri küçümserler. Bu kişilerin bu şekilde besinleri bulma ve hazırlamaları kendi evleri dışında mümkün olmadığından dışarıda bir şey yemez ve içmezler, başka şehirlere ya da misafirliğe gitmemeye ya da gitseler bile orada yememeye özen gösterirler. Genellikle bu sebeplerden yalnız yemek yemeyi yeğlerler, zaman içinde toplumdan uzaklaşmaya başlarlar. Nadiren bu tür besinler dışında yemek zorunda kaldıklarında , bundan dolayı büyük bir suçluluk, pişmanlık içine girerek üzüntü duyarlar. Bu şekilde beslendiklerinde kendi üzerlerinde kontrol sağladıklarını hissederek daha rahat olduklarını varsayarlar.
Tedavilerinin psikiyatristlerce bireysel ya da grup terapileri ile yapılmaları uygundur. Bireysel terapilerde kişinin geçmiş yaşantı öyküsü alınarak, yaşadıkları zorluklar karşısında kullandıkları uygunsuz başetme mekanizmalarının gösterilerek, uygun savunma mekanizmaları geliştirilmesi, kendilerine, çevrelerindekilere ve dış dünyaya karşı olan olumsuz bakış açılarının düzeltilmesi sonucunda bunların uzantısı olan bu tür davranış ve düşünce yapılarının düzeltilmesi amaçlanır. Tedavi edilmediği takdirde kansızlık, kemik erimesi gibi vücutsal rahatsızlıkların görülmesi yanında, genelleşmiş kaygı bozukluğu, panik ataklar ve depresyon gibi ruhsal hastalıklara da yol açabilmektedir
Bu durumda olan kişilerin tedavi için psikiyatristlere yönelmesi gerekmektedir. Çünkü sadece bu rahatsızlık bir buzdağının su yüzünde görülen kısmını oluşturmaktadır. Daha derinlerde kişilik sorunları, kaygı bozuklukları, saplantı-zorlantı bozukluğu bulunabilmektedir. Unutulmaması gerekli olan gıdalarımızı en uygun ve faydalı bir şekilde almaya çalışırken, ruhsal dünyamızı uygunsuz, sağlıksız duruma getirmemekti |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Psikiatri........... Salı Haz. 01, 2010 9:08 pm | |
| İntihar
Tüm ölümlerin % 0.4-0.9 unu oluşturan intihar (öz kıyım) davranışı kişiyi ve çevresini etkilemesi yanında , sonraki nesiller ve toplum üzerindeki etkileri nedeniyle büyük bir toplumsal sorundur. Tüm dünya çapında her gün yaklaşık bin kişi öz kıyım gerçekleştirmektedir. Erkeklerin kadınlardan daha çok intiharı gerçekleştirdiği saptanmıştır. Sonuçlara göre erkeklerde 2-7 kat daha fazla öz kıyıma rastlanmıştır. Erkekler daha şiddetli metotlar (asılma, kendini silahla vurma gibi) yeğlerken, kadınların ilaç ve boğulmayı seçtikleri gözlenmiştir. Etnik gruplar ve azınlık konumunda olanlar birbirlerine daha bağlı olduklarından daha az öz kıyıma yönelirken, göçmenler henüz ortama alışamadıkları için daha yüksek oranlara sahiptirler.
Acı ve düşündürücü olan şey, kişinin bu eylem öncesinde kendisi için olası ağırlaşan tehlikeyi fark etmesi ve bunu kendi beden dili ya da sözel ifadesiyle açıklamasıdır. Bazı vakalarda birey ‘ beni tek başıma bırakmayın, çocuklarıma ya da kendime bir şey yapmaktan korkuyorum’ seklinde uyarı mesajları verebilmekte, pencere kenarları, ecza dolaplarının bulunduğu mekanlara yakın durabilmekte, değerli ve kendince manevi değeri olan şeyleri çevresindekilere verebilmekte, artan yoğunlukta hayatın anlamsızlığından bahsedebilmekte ve tehlikeli eylemleri birer birer deneyebilmektedir. ‘ Selvi gibi ümitler birer iğdeye dönmüş’, intihar dışında yapacak hiçbir şey kalmadığı düşüncesi bilince hakim olmuş, yaşanan her saatin acı , günah ve sorunları arttırmaktan başka bir işe yaramayacağı şeklindeki yaklaşımlar çoğu öz kıyım durumunda görülebilmektedir. Ancak buna rağmen bazı durumlarda gereken adımlar atılamayabilmektedir.
Kişi intiharı sorunlarını giderici, çare bulamadığı acılarını dindirmeye yarayan, katlanamayacağı sonuçları yaşamamasını sağlayıp, daha önce bulamadığı huzur ortamını getirecek bir çözüm olarak görür. Bireyde olum, mezara konmak ve hayata son vermenin sonrasına ait düşünceler bulunmamaktadır.
İntihar girişimlerinde bulunan kişilerin kendilerini ezen, görmemezlikten gelen, kendileri ile ilgili istek, karar ve seçimlerine kulak vermeyen ebeveynlerden; güvenlerini sarsan, kendilerini yüzüstü bırakan arkadaşlardan bahsettikleri gözlenmiştir. Bu durumdaki kişiler kendilerini işe yaramaz, kullanılmış, günahkar , cezalandırılmayı hak etmiş kişiler olarak görebilmektedirler. Bireyler kendilerinin görüş ve duygularının ,daha doğrusu kişiliklerinin değiştiğini görebilmekte ve aklini kaybetme, kendi denetimlerini kaybetme gibi korkular yasayabilmekte ‘o ben gitti ,başka bir ben geldi kendimi tanıyamıyorum’ seklinde konuşabilmektedirler.
Genel olarak intihar davranışlarında ölmek düşüncesi yanında daha iyi şartlarda yasamak yolunda bir kararsızlık ta bulunabilmektedir. Bu nedenle yüksek bir yerden atlamadan önce beklenmekte olduğu düşünülmektedir.
Kişinin kendini topluma ait , onun bir parçası olarak görmesi, çevresinin kendinin arkasında olduğu, sorumluluğu altında onun yardımına muhtaç kişilerin olduğu , bu eylemin günah olduğu düşüncesi, kendine maddi ya da manevi olarak destekçi güçlerin bulunduğu inancı öz kıyımların önüne geçebilmektedir. __________________ |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Psikiatri........... Salı Haz. 01, 2010 9:08 pm | |
| ZAYIFLIK SAPLANTISI
Genel olarak 12-18 yaşları arasında başlayan ve şişmanlamaya karşı ağır korku yüzünden bilinçli olarak aşırı zayıf kalma çabaları ile belirlenen bir bozukluktur. Toplumda ortaya çıkma sıklığı bilinmemekle birlikte eskiden sanıldığı gibi çok ender rastlanan bir rahatsızlık değildir. Anoreksia Nervozalı bireylerin yaklaşık %95' i kadındır. Ve bir kişinin kız kardeşinde bu tür bir bozukluk varsa o kişide aynı hastalık riski belirgin oranda artmaktadır. Bozukluk daha üst sosyoekonomik sınıflarda daha sıktır.
En temel belirti aşırı kilo alma korkusudur. Bu durum kişinin yiyecek konusunda neredeyse fobik olacak noktaya dek varmasına neden olabilir. Şişmanlama korkusunun yanı sıra beden imgesinde de bozulma vardır. Buna bağlı olarak bu kişiler çok zayıf ve ince olsalar bile kendilerini şişman bulabilirler. Vücut ağırlığını kontrol altında tutabilmek için iki yolu kullanırlar: Kişilerin bir bölümü yiyecek alımını ileri derecede kısıtlarlar. Zaten aldıkları çok az yiyeceğin de çok az kalorili yiyecekler olmasına dikkat ederler. Bu kişiler buna rağmen ağır egzersizler de yaparlar. Diğer gruptaki kişilerde yiyecek alımının ileri derecede azaldığı açlık dönemleri ile aşırı yeme dönemlerinin birbirini izlediği gözlenir. Bu gruptaki kişiler, aşırı yemeden sonra şişmanlayacakları korkusuyla boğazlarına parmaklarını bastırarak kusarlar. Sık sık bunu yapan kişilerin el sırtında deri sertleşmesi olabilir. Sık kusan kişilerde mide asidinin etkisiyle dişlerde bozukluklar, çürümeler olur.
Bu kişilerin yeme davranışlarında ve yiyeceklerle olan ilişkilerinde gariplikler gözlenebilir. Yiyecekleri saklayabilir, yemek yapmak için mutfakta saatlerce uğraşabilirler.
Anoreksia Nervoza' nın nedenleri günümüzde kesin olarak bilinmemektedir. Hastalığın oluşumu psikolojik, sosyolojik ve biyolojik olmak üzere üç boyutta ele alınabilir. Hastalığın ergenlikte ortaya çıktığı; bu dönemin cinsel ve sosyal çatışmalarla yüklü oluşu dikkate alınacak olursa; cinsel ve sosyal çatışmalarla başa çıkma konusundaki yetersizliklerin yiyeceklerden fobik kaçınma şeklinde ortaya çıkması öne sürülebilir.
Aşağıdakilerin varlığı halinde bu rahatsızlıktan bahsedilmektedir.
1-Bulunduğu yas grubu ve boy uzunluğu acısından normal kabul edilen en az kilo ya da bu ağırlığın üzerindeki bir kiloyu kendisi için uygun bulmayıp,kabul etmeme.
2-Yas ve boy göz önüne alındığında beklenenden daha düşük bir kilosu olmasına rağmen kilo almak veya şişmanlamaktan aşırı derecede korkma.
3-Kişinin kilosu ya da vücut şeklini algılayışında bozukluk vardır. Kişinin kendini değerlendirişinde kilo ya da vücut seklinin ,olağandan çok daha fazla ve anlamsız ölçüde bir yer kaplaması veya o anki kilosunun düşük olmasının öneminin farkına varmama.
4-Bayanlarda birbirini izlemesi gereken en az 3 adet döneminin olmaması
Bu rahatsızlığın kısıtlı ( bu durum yaşanırken kişide bir anda "patlayıncaya dek" yeme ya da kendini kusmaya ya da lavman- idrar söktürücüler ile yediklerini çıkarma davranışının olmadığı) tip ya da bu sayılan davranışların olduğu tiksinircesine yeme/ çıkartma tipi olarak 2 şekli vardır.
Hastaların çoğunun düşünce içeriği yemek ile ilişkilidir. Kimileri kalan, artan, yiyemedikleri yiyecekleri bırakamayıp, biriktirir, bazıları da hiç yapamayacağı yemek tariflerini edinmeye çalışabilir. Topluluk içinde yemek yeme konusunda isteksiz davranabilirler. Başlangıç ta çevrelerinden ilgi ve beğeni görmek için , kendileri üzerinde kontrol sağladıklarını görmek amacıyla alınan besinleri kısıtlamaya başlarlar. Eski kilolarına ya da çevrelerinde görünüm olarak beğeni kazanan kişilerin kilosuna inmek için hedef belirler. Kendileri gün içinde farklı zamanlarda tekrar tekrar tartar Tıkınırcasına yeme-çıkartma tipine ait grubun alkol-madde kötüye kullanımı, daha çok duygusal durumda dalgalanmalar ve cinsel aktivitelere sahip olup, dürtülerini kontrollerinin daha zor olduğu gözlenmiştir.
Kişiler kilo kayıplarını arttırmak için fiziksel egzersizler yapar ya da yorucu fiziksel uğraşılar içine girerler. Öyle ki kişi daha çok enerji harcayıp, kilo verebilmek için oturmayıp, ayakta durmayı yeğleyebilir ya da durduğu yerde el ve ayaklarını hareket ettirebilir. Kişinin toplumsal ilişkileri azalabilir. Sadece is, fiziksel egzersiz ve kilo düşünceleri ile ilgilidir. Bir deri bir kemik kalsa bile kilolu olduğu düşüncesindedir. Kişiler kendilerine listeler hazırlayarak kendilerine yasakladıkları yiyecekleri belirterek, bunları yemeyeceklerine yeminler ederler. Yarim kilo bile almaları onları zayıflıktan şişmanlığa geçtikleri seklinde düşündürür. Uzun sure bir konuya dikkatlerini veremezler . Kendilerine güvensizlik yoğun bir şekilde kendini hissettirmektedir. Gitgide sosyal çevrelerini kısıtlarlar.
Çocuk gelişiminin erken evrelerinde, anne-çocuk iletişiminde çocuğun kendi başına,özgür davranışları üzerine yapılan müdahalelerin önemine dikkat çekilmektedir.
Anoreksia başlangıcı sonrasında genellikle obsesif- kompulsif davranışlar başlayabilir. Özellikle temizlik saplantıları ( ev temizliğine yönelik aşırı aktiviteler gibi) ve ders çalışma ile ilgili saplantılara rastlanabilir. Cinsel gelişimlerinde sorun olduğu gibi , cinsel isteksizlik ve diğer cinsel sorunlar da beraberindedir.
Bu kişilerde hastalığın yol açtığı vücutsal değişimler:
Hastalarda kansızlık, vücut su- tuz dengesinin bozulması, kanda kolesterol ve üre düzeylerinin artışı, karaciğer enzimlerinin yükselmesi, tiroid bezi hormonlarının düşmesi, kadınlarda ostrojen dediğimiz kadınlık hormonu ,erkeklerde testesteron denen erkeklik hormonu düzeylerinde düşme sonucu cinsel işlevlerde azalma, kalp atımında azalma ve düzensizlikler, beyin boşluklarının beyin dokusuna oranla kapladığı hacmin artışı oluşabilmektedir.
Kimlerde görülmektedir:
Bu rahatsızlık düzenli ve bol çeşitli yemek yeme olanaklarının olup, göze hoş görünmenin zayıf bir vücut yapısı ile paralel düşünüldüğü bati toplumlarında, kentsel alanlarda daha çok gözlenmektedir. Hastaların % 90-95 i kadındır. Anoreksia nervosa genç kızlarda % 0,5 oranında saptanmakta, genellikle 12-25 yas arasında rastlanmaktadır.
Son yıllarda yurt dışında yapılan çalışmalara göre hastalığın yüz bin kişide 15-20 arasında görüldüğü saptanmıştır.
Rahatsızlığın oluşumunda etkili risk faktörleri:
- Yaşanılan sosyo-kültürel çevrenin etkisi ile zayıflığın kesin güzellik ölçütü olması durumu yaygınlaştırmaktadır. Bazı mesleki alanlar ( hosteslik, modellik, dans ve müzikle uğraşanlarda) bu yüzden özellikle risk altındadır.
-Bu rahatsızlığı olanların ailelerinde depresyon, alkolizm, şişmanlık ve gene bir yeme bozukluğuna daha çok rastlanmaktadır. Bu kişilerin annelerinin daha çok diyet yapıp,yeme bozukluğunun olduğu, sürekli diyet yapma düşünceleri ile haşır nesir oldukları, kızlarının da diyetleri konusunda yoğun düşünceler içinde olabildikleri gözlenmiştir.
- Aile yapıları itibariyle, bağımsız hareket serbestisinin verilmediği ve aile işleyişi açısından yeterli keyif alınmayan doyum sağlanamayan ilişkilerin varlığı.
-Öncesinde var olan aşırı şişman beden yapısı
-Çocukluk cağı başlangıçlı diabet ( seker hastalığı) varlığı
- Geçmişte yaşanan cinsel, fiziksel tacizler.
Rahatsızlıktaki kişisel düşünce yapıları:
- Kişisel açıdan kendilerini yardıma muhtaç ama yardim edilemez görürler
- Kendi ve çevreleri üzerindeki denetimi kaybetme korkuları vardır.
- Aşırı bir şekilde başkalarının görüşlerine bağımlı olarak özgüvenlerini koruyabilen, onların yeterli ya da olumlu desteği olmadığında kendilerini bir hiç olarak görürler
- Bir şey ya tam olmalı ya da hiç olmamalı seklinde bir düşünce yapısı olan kişilerdir.
Hastalığın seyri:
Hastaların yarısının ilerleyen donemde iyileştiği, dörtte bir oranında hastanın kısmen iyileştiği, ancak bir miktar yakınmalarının sürdüğü belirlenmiştir. Hastalık sonucu olum oranının % 5 civarında olduğu gözlenmiştir.
Hastalığın gidisine olumsuz etki yapan faktörler:
-Ailede aşırı geçimsizlik, tartışmalı ortam
-bulimianın hastalığa eslik etmesi
-Kusma, dışkılamayı arttırıcı ilaç kullanımları
-Obsesif-kompulsif, histerik, depresif, nörotik davranış yapıları, zeminde bulunan psikiyatrik sorunlar nedeniyle, kişide vücutsal yakınmaların fazlaca gündeme gelmesi (gastrit, kolit vb.)
-Hastalığı inkar eden davranışlar içine girilmesi.
Hastalığın gidisini olumlu etkileyen etmenler arasında ise erken başlangıç yaşı, hastalığı kabul etmek ve kendine güvenen bir kişilik yapısının bulunması sayılmaktadır.
Tedavi: Anoreksia Nervozalı hastaların tedavisi çoğu kez güçlüklerle doludur. Hastaların çoğunda, hastalık birkaç yıl önce başlamıştır. Tedaviye katılmak ve tedavi planları için isteksizdirler. Bu sebeple genellikle çocuklarının bu durumundan üzüntü ve endişe duyan anne babaları tarafından doktora getirilirler. Tedavide bireysel psikoterapi, grup ve aile terapisi, ilaç tedavisi gibi yöntemler kullanılabilir
Psikoterapide hastanın kendi duygularını uygun bir şekilde ifade edebilmesi, yeme davranışı üzerine kurulu yanlış düşünce tarzının değiştirilmesi, vücuduna yönelik olumsuz algılamaların düzeltilmesi, özgüvenin oluşturulması, kişilerarası sorunların belirlenip, çözümüne yönelen bir yaklaşımın oluşturulmasına çalışılır.Tedavide davranışçı terapi, aile terapisi ve grup terapisi kullanılabilir |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Psikiatri........... Salı Haz. 01, 2010 9:09 pm | |
| Zeka ve zeka gelişimi
1905 yılında Alfred Binet ve Theodore Simon davranış sorunları olan çocukları zeka geriliği olanlardan ayıracak bir test geliştirmeyi başardılar. Fikir Fransa’da yaşayan, davranış bozukluğu olan çocukların zeka geriliği olan çocukların bakımsız durumdaki sınıflarına gönderilmelerini önlemek için çıkmıştı. Test kabiliyet açısından en alt seviyedeki çocuklar dışında akademik performansı önceden tahmin edebilme açısından başarılıydı. Binet testinin bir değişik biçimi olan Stanford-Binet, daha sonraları tüm Amerikan okullarında seçkin olarak kullanılmaya başlandı. Sonunda Stanford-Binet daha önceleri kullanılmakta olan Wechsler gibi ölçekler ve Otis testi gibi grup ölçekleri de dahil olmak üzere diğer bazı testlerle birleşti.
Bu testler o kadar başarılıydı ki, bir Harvard psikologu olan Edward Boring 1920 lerde; zekanın bu testlerle ölçülenden hiçbir farkı olmadığını ileri sürüyordu. Bazıları Boring’in tanımlamasını çok yuvarlak bulabilir, ancak o burada A.B.D. de ve deniz ötesi ülkelerdeki zekanın özellikleri ve ölçümü hakkındaki genel düşünceyi yansıtmaktadır. Bu güne kadar psikologlar kadar bir çok psikiyatrist de zekayı testlerin ölçümünü esas alarak değerlendirmişlerdir.
Giderek artan miktarlarda kanıtlar psikolojik testlerin zekanın bütününü değil, sadece bir bölümünü ölçtüğünü ortaya koymaktadır. Bir kaç ay boyunca bu sütunda zekanın özelliklerini ve genetik faktörlerin zeka üzerine etkileri gözden geçirilecektir.
Araştırmacılar tüm dünyada zeka üzerine dolaylı ve o bölgeye özgü teoriler üretmişlerdir. İnsanların zeka kavramı hakkındaki sezgileri testlerde temsil edildiğinden çok daha geniştir. Bir çok çalışmada insanlara zeka kavramından ne anladıkları sorulmuştur. Pratik problem çözümü, sözel kabiliyet, ve sosyal beceri gibi faktörler cevaplar arasında en fazla yer alanlardır. Sözel kabiliyet uygulanan testlerle ölçülmektedir ancak genellikle sosyal beceri ölçülmemektedir.
Zekanın kavramsallaştırılması etnik gruplara bağlı olarak değişmektedir. Örneğin; Kaliforniya’da değişik gruplarda yapılan bir çalışmada, Latin ailelerin zeka tanımında sosyal beceri kabiliyetinin üzerinde dururken, Asya ve Anglosakson ailelerin bilişsel becerileri vurguladıkları görülmüştür. Öğretmenlerin zeka kavramına bakışları daha çok Anglosakson ailelere benzemektedir. Şaşırtıcı olmayacak şekilde, bu grup ailelerin çocukları muhtemelen onların sosyal yapılarının ve okuldan beklentilerinin uyum sağlaması nedeniyle okulda daha başarılı olmaktadırlar.
A.B.D. dışındaki ülkelerde teste bağımlı görüşlerden giderek uzaklaşma dikkati çekmektedir. Tayvan’da yapılan bir çalışmada zeka; yalnızca geleneksel bilişsel kabiliyetleri içermekle kalmamış ayrıca kişiler arası beceri (diğer insanları anlayabilme), kendisini anlayabilme, kişinin zekasını ne zaman göstereceğini ve ne zaman göstermeyeceğini bilmesi kavramlarını da kucaklamıştır.
Fakat dolaylı teoriler bütün hikayeyi anlatmamaktadır. Zekanın performansa dayalı tanımlamaları da vardır. Geleneksel zeka testleriyle ölçülebilen becerilere ek olarak onlardan farklı en az iki becerin daha olduğu ortaya çıkmaktadır; yaratıcı beceriler ve pratik beceriler. Yaratıcı becerilerle ilgili bir seri çalışmada katılımcılardan “2985” sıra dışı başlıklarla ilgili hikaye yazmaları, “bir böceğin bakış açısından dünya” gibi sıra dışı başlıklarla ilgili resim kompozisyonları çizmeleri, “papyon kravatlar” gibi sıkıcı ürünler hakkında reklam metinleri oluşturmaları, veya aramızda saklanarak yaşayan dünya dışından gelen yaratıkları nasıl tanıyacağımız gibi sorunlara çözümler üretmeleri istenmiştir. Bu araştırmalardaki performanslar geleneksel zeka testlerinin skorları ile düşük seviyelerde korelasyon gösterdiği kanıtlanmıştır.
Pratik zeka becerilerinin IQ ve ilgili ölçümlerden bağımsız olduğuna dair daha bir çok kanıt vardır. Pratik zeka becerileri; bir insanın işini yaparken karşılaşabileceği çok rastlanan problemleri çözebilme yeteneğini gösterir. İş adamları, akademik psikologlar, ticaretle uğraşan insanlar, öğretmenler, ve askeri liderler ile yapılan çalışmalarda pratik zeka test skorlarının IQ ile uyuşmadığı gözlenmiştir. Sonuçta mesleki performansın öngörülmesi hakkında pratik zeka, IQ ya oranla daha gerçekçi görünmektedir. Kenya’da çocuklarla yapılan bir çalışmada; çocukların enfeksiyonlarla savaşmada,daha önce öğrenmiş oldukları bilgilerle, doğal bitkisel ilaçları nasıl kullandıkları ile ilgili pratik zeka testleri uygulanmıştır. Kenya’da bu bilgiler çok yaygın şekilde bilinmektedir. Bu nedenle geleneksel zeka test ölçümleri ile belirgin negatif korelasyonlar bulunmuştur.
Bir diğer çalışma serisinde; lise öğrencilerinde; analitik, yaratıcı ve pratik becerilerin birbirlerinden bağımsız olduğu bulunmuştur.
Özet olarak kanıtlar, zekaya ulaşmak için IQ dan fazlasına ihtiyacımız olduğunu göstermektedir. geleneksel analitik beceriler kadar yaratıcı ve pratik becerilerde etkili olmaktadır. Bu beceriler analitik becerilerden göreceli olarak bağımsızdır, ancak bunlar geleneksel testlerde çok az ölçülmekte yada hiç göz önüne alınmamaktadır. Zeka becerilerinin sınırlarının daha geniş tutulduğu yeni testler geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Esasında geleneksel zeka testlerinin bu kadar baskın olarak kullanılmasının bir nedeni de psikometrik değerlendirme araçlarının yetersizliğidir.
Zekanın davranışsal genetik araştırmalarının yapıldığı alan eski, genel bilişsel kabiliyetlerin ölçüldüğü IQ testlerini kullanmaktadır. Bu alanda yeni gelişmeler neredeyse hiç olmamaktadır. Davranışsal genetik araştırmalarda bilişsel kabiliyetler kavramsallaştırılırken, hala beceriler içinde genel bilişsel kabiliyetlerin en üstte tutulmaktadır.
Zekanın psikometrik teorilerinin araştırılmasında bütün güç zekanın davranışsal-genetik çalışmalarına verildiğinden, bu çalışmaların sonuçlarının zekanın genel bilişsel beceri kavramının bakış açısından olması şaşırtıcı değildir. Birkaç yıl önce varılan ortak kararla genel bilişsel becerilerde gözlenen bireysel değişikliklerin %50 sinin genetik değişkenlikler ile açıklanabileceği sonucuna ulaşıldığından, davranışsal genetik model, zekanın psikolojik teorilerine yer sağlayacak şekilde bir gelişim göstermemiştir.
Her ne kadar IQ daki bireysel değişikliklere etkili önemli genler tanınmış olsa da bu etkenler değişkenliğin yalnızca yarısını açıklayacak değerdedir.
Bu güne kadar, davranışsal genetik araştırmalar genel bilişsel etiolojide becerileri adres göstermişlerdir. Psikolojinin diğer alanları insan becerilerinin çok boyutluluğunun farkında iken, davranışsal genetik alanı genel bilişsel becerilerin imparatorluğunda kendini adamış bir asker olarak kalmıştır. Her ne kadar genel bilişsel becerilerin genetik geçişi ile ilgili buluşlar güvenilir ve bir sonuca götürücü olsa da genel bilişsel beceriler insan becerileri alfabesinde sadece bir harf olarak gözükmektedir.
GENETİK VE ZEKA II.
Dr. Ayhan CÖNGÖLOĞLU
İnsan zekasının modern olarak ölçümü; Charles Darwin’in kuzeni olan Sir Francis Galton’un 19. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de basit bir teoriden (insanlar bilgileri duyuları ile edindiklerine göre en zeki insanlar en gelişmiş duyulara sahip olanlar olmalıdır) bir test geliştirmesiyle başladı. Galton; duyu, motor ve reaksiyon zamanı işlevlerinden oluşan ve sonuçları tutarlı ve güvenilir olan bir test geliştirdi. Sonuçta 20. yüzyıla kadar Galton dışındaki insanlar tarafından geliştirilen testler bu karmaşık yapının değersiz ölçümleri olarak gösterildi.
Binet açılışı 1905 yılında ilk “gerçek” zeka testini basarak yaptı. Binet’in testi; bellek, yargılama ve sonuç çıkarma fonksiyonlarının sorgulandığı bir çok bölümden oluşmaktaydı ve genel zeka teorisini temel alıyordu. O, zeka yaşı kavramını tanıtan, karmaşık insan zekasını ölçebilmek için araştırmacının ölçüm hatalarını kabul etmeye razı olması gerektiğini ısrarla belirten Galton’un üzerinde durduğu sözel olmayan becerilerden daha çok lisan üzerine odaklanmıştı. Stanford üniversitesinden, aynı zamanda “g” (genel bilişsel beceri) ye inanan bir insan olan Lewis Terman, Binet-Simon ölçeğinin A.B.D.’de standardizasyonunu yapmıştır. 1916 yılında Stanford-Binet testini yayınladığında zeka testlerinin tartışmasız lideri olmuş ve yaklaşık son 50 yıla kadar böyle kalmıştır.
A.B.D. de IQ testlerine etki eden ikinci büyük olay Amerika’nın 1917 yılında birinci dünya savaşına girişidir. Askere alınan büyük sayılardaki askerlerin kısa süre içinde test edilmelerinin gerekliliği, gruplara uygulanacak zeka testlerinin geliştirilmesini sağladı. Army Alfa (Binet benzeri çoktan seçmeli dil becerilerinin testi), ve Army Beta (sözel olmayan bölümlerin birleştirilmesi ile geliştirilmiştir) İngilizce’yi çok iyi bilmeyen göçmenlerin değerlendirilmesi için geliştirildi. Son olarak da simülasyonla suçlanan askerler ve grup düzeninde yeterince değerlendirilemeyenler için bireysel olarak planlanmış olan Ordu Performans Ölçeği, geliştirildi. Savaş sırasında bu araştırmalardan; IQ testlerinin yetişkinler için kullanılabileceği (yalnızca çocuklarda değil), bu testlerin geçerli olduğu (yaklaşık iki milyon askerden elde edilen bilgiler analiz edildi) ve tartışmalara yol açabileceği (savaş zamanı yapılan bu araştırmalar ırkçılık ve aşağılama seslerine neden olmuştur) gibi sonuçlar çıkarılmıştır.
Binet, Terman,ve savaş zamanı psikologları ile 21. yüzyılda ulaştığımız klinik görüşlerin arasındaki bağlantıyı sağlayan bir adamdır: David Wechsler. Birici dünya savaşı sırasında bir klinik araştırmacı olan Wechsler; İngilizce’si zayıf olan insanların eşit olarak değerlendirilmesinin gerekliliğinin farkındaydı. Onun Wechsler Ölçeği Serileri dünyada IQ testlerinin kralı olarak saltanat sürmeye devam etmektedir.
Wechsler, sözel ölçeğini geliştirmek için Stanford-Binet ve Army Alfa teslerinden ve performans ölçeğini geliştirmek için Army Beta ve Ordu Performans Ölçeğinden bazı bölümleri karıştırarak kullanmıştır. Onun yaratıcılığı, herkesin sözel ve sözel olmayan testlerle değerlendirilebileceği düşüncesindeki ısrarından ve tek, geniş çaplı IQ ya oranla çok skorlu testlerin insan zekasını göstermede daha değerli olmasından kaynaklanıyordu.
Wechsler; “g” teorisine katı şekilde inanmasına rağmen IQ testlerini kişiliğin bir parçasını ölçtüğünü varsayan ve bu testleri psikometrik aygıtlardan çok klinik araçlar olarak gören ilk ve en başta gelen klinisyen olmuştur. Wechsler testlerini pratik ve klinik bilgilerini göz önüne alarak geliştirmiş olmasına rağmen onun testleri teori bazlı ve nörolojik tartışmalara neden olmuştur. Onun sözel IQ (V-IQ) ile performans IQ (P-IQ) arasındaki ayırımı 1950’lerdeki Ralph Reitan’a ait nöropsikolojik teori ve 1960’lardaki Roger Sperry’e ait serebral özelleştirme teorisi ile ilgiliydi. V-IQ daki kayıplar sol hemisfer hasarı ile ilgiliydi ve P-IQ daki kayıplar sağ hemisfer hasarı ile birlikte ortaya çıkıyordu.
Hiçbir test karmaşık zeka alanındaki bütün becerileri ölçmek için yeterli olamamaktadır. Testler Howard Gardner’in çoklu zeka teorisinde tanımladığı çeşitli becerilerin sadece bir bölümünü ölçebilmekte ve Robert Sternberg’in triarşik teorisinin sadece bir bölümünü; yaratıcı veya pratik becerileri değil analitik becerileri yargılayabilmektedir. Bu testler gerçekten zekaya bağlı insan davranışlarını tanımlayacak becerilerin sadece küçük bir parçasını ölçebilmektedir. Ancak o ölçümler objektif olarak değerli ve zaman içinde kalıcı olma, zekanın saygın deneysel ve nöropsikolojik teorileri ile ya teori bazında ya da bireysel olarak ilişkili olma, okul başarısını öngörmede değerliliği gösterilmiş olma, öğrenme bozuklukları ve Alzheimer gibi klinik durumlar için tanısal yararı olma, Wechsler’in daha önce tanımladığı gibi bir insanın kişiliğinin parçalarını değerlendirmede kullanılan birer klinik araç olma ve IQ, genetiğin çevreyle karşılaştırılması gibi bir çok gerçek zaman kavramlarını kavramamıza yardımcı olma gibi yetenekleri vardır.
Bilim adamlarının, genetik ve çevrenin IQ ve diğer değişkenlere etkilerini araştırırken kullandıkları en sık yol değişik derecelerde kan bağı olan deneklerin araştırılmasıdır. Örneğin; eğer genetik IQ üzerinde etkiliyse IQ skorlarının tek yumurta ikizlerinde çift yumurta ikizlerine oranla, kardeşlerde de kuzenlere oranla daha fazla korelasyon göstermesi beklenir. Bu toplanan bilgilerin sonuçları hem genetik olarak etkilenmiş hem de çevresel olarak etkilenmiş bireylerin pozisyonlarını desteklemek için kullanılabilir.
Genetiğin bir kişinin IQ’sunu etkiliyor olması aşağıdaki sonuçlarla desteklenmektedir:
Monozigot ikizler dizigot ikizlere oranla daha benzer IQ oranlarına sahiptir. (0.86/0.60) Öz kardeşlerdeki IQ üvey kardeşlere oranla daha yüksek korelasyon göstermektedir. (0.47/0.31) kuzenlerde bu oran daha da düşmektedir. (0.15) Biyolojik ebeveynler ve onlarla birlikte yaşayan çocuklardaki korelasyonlar evlat edinilmiş çocuklar ve onlarla yaşayan üvey ebeveynler arasındaki korelasyonlardan daha yüksektir. (0.42/0.19) Ters olarak ta aşağıdaki sonuçlar çevrenin IQ üzerindeki rolünü desteklemektedir:
Dizigot ikizlerdeki IQ korelasyonları aynı genetik benzerlik derecesinde olmalarına rağmen kardeşlerden daha yüksektir. (0.60-0.47) Birlikte büyüyen akraba olmayan kardeşler (evlat edinilmiş/doğal veya evlat edinilmiş/ evlat edinilmiş) ayrı yaşayan biyolojik kardeşlere oranla daha benzer IQ skorlarına sahiptir. (0.32/0.24) Evlatlık edinen ebeveynler ile birlikte yaşayan çocuk ile biyolojik ebeveyn ile ayrı yaşayan çocukların korelasyonları benzer çıkmaktadır. (0.19/0.22) Birlikte yaşayan kardeşlerin IQ ları ayrı yaşayan kardeşlerinkine göre daha benzerdir. (0.47/0.24) Aynı sonuçlar ebeveynle çocuk birlikte yaşarken ve ayrı yaşarken de çıkmaktadır. (0.42/0.22) Binlerce örnekten toplanan bilgiler kişinin IQ sunun belirlenmesinde genetiğin çok önemli olduğunu vurgulamaktadır. Ancak aynı zamanda çevrenin de büyük önemi olduğu ortaya çıkmaktadır. Bir çok ikiz çalışması temel alındığında IQ için genetik etki %50 civarındadır ki boy için olan %80 etki kadar yüksek değildir. Zeka ile kilo alımındaki genetik etki benzerlikler göstermektedir. Şişman insanlar kilo alımı için genetik yatkınlığa sahipken zayıf insanlar tam tersi yatkınlığa sahiptir. Ancak tüm bireyler için yaşam tarzı (yeme alışkanlıkları, egzersiz) kilo alımında önemli etki yapmaktadır. Kilo alımına benzer şekilde IQ belirlenmesinde de genetik ve çevre birlikte rol oynamaktadır.benzer genetiğe sahip (ebeveyn, kardeş) insanlar sıklıkla aynı çevreyi paylaşmaktadır.
Genetik araştırmaların etkileyici bir özelliği de, daha önce tartışılmış olan bütün eski bilgi ve yargılar hakkında yeni bir sayfa açmasıdır. Genetik geçişler hakkındaki bilgiler büyük ölçüde monozigot ikizlerle dizigot ikizlerin karşılaştırılması ile elde edilmiştir. Ancak önemli bir değişken; plasenta (koryon) etkisi görmemezlikten gelinmiştir. Monozigot ikizler aynı plasentayı mı paylaşıyorlardı (monokoryonik) yoksa farklı pasentaları mı vardı (dikoryonik) ? Zigot fertilizasyondan sonraki 72 saat içinde bölünürse monozigot ikizler dikoryonik olmakta, eğer bölünme 4 ila 7 gün arasında iken olursa monokoryonik olmaktadır. Elimizdeki bilgiler; farklı koryonik etkilere sahip monozigot ikizlerin doğum ağırlığı, kord kanı kolesterol düzeyleri, erişkin kişilikleri, ve bilişsel fonksiyonları gibi yapısal farklılıklar gösterdiğine işaret etmektedir. Monozigot ikizlerin yaklaşık üçte ikisi monokoryoniktir.
Bilişsel farklılıklar, IQ ölçümlerindeki korelasyonlar koryon etkisinin bir sonucu olabilir. Tablo 1; bu bulguları sözcük dağarcığı ve block design (2 WAİS alt testi) testlerini kullanarak göstermektedir. yetişkin monozigot ikizler sözcük dağarcığı testinde koryon etkisinden bağımsız olarak neredeyse aynı skorları alırken, block design testinde benzerlik sadece monokoryonik ikizlerde devam etmiştir. Dikoryonik ikizlerin test sonuçları dizigot ikizlerinkinden daha benzer çıkmamıştır. Bu bulgular Fransa’da 8-12 yaş arasındaki ikizlerden elde edilmiştir.
TABLO 1 İkiz Sınıflaması İkiz Çifti (n) Sözcük Dağarcığı Blok Dizayn
Monozigot
Monokoryonik 17 0.95 0.92
Dikoryonik 15 0.95 0.48
Dizigot 28 0.55 0.44
Kanada ve Fransa hastanelerinden elde edilen bu bulgular (A.B.D.’de koryon kategorisi genel olarak kayıt edilmiyor) yenidoğanın en erken çevresel etmenlerinin ilerideki IQ derecesine etki edebileceğini vurgulamaktadır. Anne karnındaki çevresel şartları farklı olan dikoryonik monozigot ikizler çevresel şartları aynı olanlara göre block design testinde daha farklı performans göstermişlerdir. Bu sonuçların bilimsel buluşlar olarak kabul edilebilmesi için eklenecek çalışmalara ihtiyacı vardır. Ancak yine de daha öncesindeki çalışmalar koryon etkisini kontrol etmede başarısız oldukları için bu bulgular bilinen bütün kalıtım bilgilerine meydan okumak için insanı kışkırtmaktadır. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Psikiatri........... Salı Haz. 01, 2010 9:09 pm | |
| III. Genetik ve Zeka Dr. Ayhan CÖNGÖLOĞLU
Geçen birkaç on yılda zeka ile ilgili olarak yapılan genetik araştırmalar önemli buluşlar yapmıştır. Bu buluşların bazılarının ana hatlarından bahsederken fazla yer kaplamaması için zeka ölçümünden bahsetmeyeceğim. Ancak belirtmek gerekirse bu yazıda zeka derken benim anlatmak istediğim; genel bilişsel beceridir ve g ile ifade edilmektedir. Bilişsel beceriyi ölçen bütün geçerli ve güvenilir testlerin ortak özelliği işte bu g’dir. Aslında g, bütün testlerde ortak olan ve daha kesin ve değişmez temel bileşenlerce indekslenmiş olmasına rağmen genellikle zeka testlerinde yer alan çeşitli bilişsel testlerin toplam skoru üzerinden değerlendirilir. Nerdeyse bütün genetik bilgiler bu psikometrik bakış açısına bağlı olarak yapılan ölçümler sonucunda ve temel zeka testleri kullanılarak toplanmıştır. Zeka ile ilgili genetik araştırmaların yeni bir yolu da bilgi süreçleri gibi diğer ölçümlerin ve ilintili potansiyeli, pozitron emisyon tomogrofik taramalar ve MRI gibi daha direk beyin fonksiyon ölçümlerinin araştırılması ve bu ölçümlerin g yi nasıl etkilediğinin açıklanmasıdır.
Ailelerde g açık bir biçimde genetik geçiş gösterir. Birlikte yaşayan birinci derece akraba çalışmaların da (8000 den fazla ebeveyn-çocuk çifti ile yapılan çalışmada 0.43 ve 25000 den fazla kardeş arasında yapılan çalışmada 0.47) korelasyon yüksek bulunmuştur. Bununla birlikte ailelerde g yetiştirmeye bağlı veya doğal olarak geçiş yapıyor olabilir. 10.000 in üzerinde ikiz çifti ile yapılan çalışmalarda ortalama g korelasyonları benzer ikizlerde 0.85 ve aynı cinsiyetteki ikizlerde 0.60 olarak bulunmuştur. Bu ikiz bilgileri g skorlarındaki toplam varyansın yarısını açıklayan genetik etkinin boyutunu göstermektedir.
Evlat edinme çalışmaları da güçlü genetik etkiyi desteklemektedir. Örnek olarak ayrı yetiştirilen ikizlerdeki g oranları ile beraber büyütülen ikizlerdeki oranlar çok benzerlik göstermektedir. Birinci derece akrabalar arasında yapılan diğer evlat edinme çalışmaları da genetik geçişin kesinliğini göstermektedir.
Tabloda Colorado Evlat Edinme Projesi (CAP)’nden son sonuçlar gösterilmektedir. Düzinelerce evlat edinilmiş çocuk ve ikiz çalışmalarına bağlı olarak yapılan analizler toplam varyansın yarısına yakınının genetik faktörlere bağlı olduğunu göstermektedir. g üzerindeki genetik etki yalnızca istatistiksel olarak belirgin olmakla kalmayıp, aynı zamanda özellikle varyansın ancak 5% ini açıklayabilen diğer davranışçı araştırmalarla karşılaştırıldığında kesindir. Bu nedenle genetik araştırmalar zekanın genetik iletiminden daha ilerilere kaymıştır; gelişimsel değişiklikler, bilişsel beceriler üzerinde etkili değişkenlerin ilişkileri ve g’nin genetik iletiminden sorumlu özgün genlerin araştırılması. Şimdi bu 3 önemli noktaya değinilecektir.
1876 yılında Francis Galton ikizler üzerinde ilk kez çalıştığında gelişme basamaklarında ikizlerin ne boyutlarda benzerlik gösterdiğini araştırmıştı. Diğer erken ikiz çalışmalarında da g yalnızca gelişimsel yönden araştırılmıştır ve bu gelişimsel bakış açısı son yıllara kadar genetik araştırmaları içermemiştir. g hakkındaki en ilginç sonuçların bir tanesi genetik geçişin zaman içinde artarak devam ettiğidir.(yeni doğan döneminde 20% iken çocukluk çağında 40%, yetişkinlikte 60%) Örnek olarak yeni bir çalışmada 80 yaşın üzerindeki ikizlerde genetik geçiş 60% olarak bildirilmiştir.
CAP’ın 20 yıllık sonuçları bu bulguları evlat edinme şemasını kullanarak doğrulamaktadır. CAP doğumda biyolojik ebeveynlerinden ayrılmış ve hayatlarının ilk ayı içinde evlat edinilmiş 245 çocuğun 25 yıllık çalışmasıdır. g skorları arasındaki korelasyon; biyolojik ebeveynler ile onların başkasına evlat verdiği çocukları, evlat edinmiş ebeveynler ve onların evlat edindiği çocukları, ve kontrol ebeveynleri ve onların çocukları için gösterilmiştir. Kontrol ailelerindeki korelasyon yeni doğan dönemindeki 0.20’den adölesan çağdaki 0.30’a kadar artmaktadır. Biyolojik anneler ve onların başkalarına verdiği çocuklar arasındaki korelasyonlar benzer bir örüntü göstermektedir. Bu sonuçlar g’nin genetik faktörlere bağlı olduğunu göstermektedir. Karşıt olarak evlat edinmiş ebeveynlerle onların evlat edinilmiş çocukları arasındaki korelasyonlar 0 civarında çıkmaktadır ki bu sonuçlar g’nin gelişimi için ailesel çevre faktörlerinin çok önemli olmadığını göstermektedir.
Neden g’nin genetik geçişi hayat süreci içinde artmaktadır? Muhtemelen tamamen yeni genler daha gelişmiş bilişsel süreçlerin gelişiminde g’yi etkilemeye başlamaktadırlar. Daha olası bir ihtimal ise erken yaşlardaki küçük genetik etkiler gelişimin başlarında bir kar topuyken zamanla daha daha büyük fenotipik etkiler oluşturmaktadır.
Büyük çoğunluk tarafından kabul edilen bilişsel becerilerin hiyerarşi modelinde, özgün bilişsel beceriler; uzaysal, sözel, işlem hızı ve hafıza becerileri gibi bileşenleri içermektedir. Özgün bilişsel becerilerin üzerinde genetik ve çevresel etkenlerin ne gibi farklılıklar oluşturduğu pek fazla bilinmemekle birlikte bunların her ne kadar g den az olsa da, kesin genetik geçişinin olduğu ortadadır.
Özgün bilişsel beceriler hakkındaki şaşırtıcı bir bulgu da, aynı genetik faktörler farklı becerileri ciddi boyutlarda etkilemektedir. Bunun anlamı eğer daha önce sözel beceriyi etkileyen bir gen bulunduysa aynı genin diğer bilişsel becerileri de etkileyeceği beklenmelidir. Bu bulgu şaşırtıcıdır çünkü; bütün bilişsel işlemlerin özgün ve birbirinden bağımsız olduğunu iddia eden ve popüler olan bilişsel sinir bilimi teorisi ile çelişmektedir. Bir çok değişik genetik araştırma sonuçları g’nin genetik etkilerinin bilişsel işlevlerin büyük kısmını kapladığını göstermektedir. Yapılmış olan dört çalışmanın dördünde de ortaya çıkan bir başka ilginç sonuç ise okul başarısı ölçümleri üzerindeki genetik etkenler g’nin üzerindeki genetik etkenlerle nerdeyse tamamen uyuşmaktadır. Genetik etkenlerin uyuşması tersten bakıldığında da aynı derecede ilginçtir. Her ne kadar genetik sonuçlar okul başarısı ile g arasında büyük benzerlikler olduğunu söylese de sıklıkla arşiv bilgilerinde okul başarısı ile g arasındaki uyumsuzluklar çevresel etmenlerin etkinliğini vurgulamak için kullanılmışlardır.
“g” de olduğu gibi çok yönlü genetik geçişler büyük etkisi olan tek bir gene bağlı olmak yerine küçük etkiler yapan birçok gene bağlı oluyor gibi görünmektedir. Bunun gibi çoklu gen sistemlerindeki genler “quantitative trait loci (QTLs)” olarak adlandırılmaktadır. PKU (fenilketonüri) da olduğu gibi bozukluk oluşması için gerekli ve zorunlu tek gen etkilerinden farklı olarak, QTLs olası risk faktörleri gibi değişken ve katkı yapıcı etki göstermektedir. Tek gen etkilerini tanımlayıcı geleneksel yöntemler QTLs tanımlamasında aynı derecede başarılı olamamaktadır.
“g” hakkındaki yeni genetik ilerlemelerin kullanıldığı bir QTL çalışmasında yüksek ve ortalama g oranlarına sahip 2 çocuk grubu karşılaştırılmıştır. Özellikle beyinin öğrenme ve hafıza ile ilgili bölümlerinde aktif olduğu gösterilmiş olan, 6. kromozom üzerindeki insülin benzeri büyüme faktörü-2 reseptörü (IGF2R) çalışılan gendir. Yüksek g oranlarına sahip grupta bulunan çocuklardaki allellerin bir tanesinin sıklığı ortalama g oranlarına sahip 2. çocuk grubuyla kıyaslandığında 2 kat yüksekti. (%30-%10)
“g” ile ilişkili kopyalanabilen QTLs tanımlanabildiğinde gelişme, ayırıcı tanı, ve genotip üzenindeki gen-çevre etkileşim biçimleri hakkındaki sorular adresini bulacaktır. Ayrıca genler ve bilişsel gelişim arasındaki nörofizyolojik yolakları gözleyebileceğimiz pencereler açılmış olacaktır. Bilişsel beceriler ve yetersizlikler ile ilişkili genleri tanımlamadaki bu önemli ilerlemeler sonucunda ise yeni etik tartışmalar ortaya çıkacaktır. Bu konular ciddi biçimde ele alınmalıdır ancak bunlar büyük oranda birden fazla genle birlikte çevresel etmenlerce etkilenmiş karmaşık özellikler hakkındaki genetik araştırmalar hakkındaki yanlış kavramlar üzerine dayandırılmışlardır. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Psikiatri........... Salı Haz. 01, 2010 9:09 pm | |
| Kronik Depresyon ve Major Depresyonda Antidepresan Tedavi Uygulamaları : Karşılaştırmalı Bir Çalışma
Dr.Pınar Demirarslan, Dr. Peykan Gökalp, Dr. Kültegin Ögel, Dr. Ali N. Babaoğlu
ÖZET
Bu çalışmanın amacı belirgin yetiyitimine yol açan kronik depresyondaki klinik seyir özellikleri ve tedavinin önemine dikkati çekmektir. Kronik depresyon ve iyileşen major depresyon olgularında tedavi uygulamaları araştırılmıştır. Her iki grupta geçmiş depresif nöbetlerde ve süregiden depresif durum boyunca uygulanan tedaviler karşılaştırılmıştır.Kronik depresyon grubunda tedavi başvurusunun anlamlı oranda yüksek bulunmasına karşın olguların %11’ne hiç tedavi uygulanmadığı, 55.6-60.0’na yetersiz tedavi uygulandığı görülmüştür. Kronik depresyon olgularının üçte ikisi geçmiş depresif nöbetlerde hiç tedavi görmemiştir. Çalışmaya alındığı sırada kronik depresyon tanısı almış olgularda uygulanan tedaviler araştırıldığında olguların %63.5’unda ortalama, %25.4’ünde yetersiz dozda antidepresan ilaç kullanıldığı saptanmıştır. Yeterli dozda antidepresan tedavi gören olguların oranı ise %11’dir. Kronik depresyon olgularında antidepresan tedaviye başlanması geç olmaktadır. Kronik depresyonun seyri boyunca olguların çoğuna yetersiz ya da orta dozda antidepresan tedavi uygulanmaktadır. Bu durumun kronik depresyonun gelişmesine katkıda bulunabileceği ve depresyonun seyrini olumsuz etkilediği düşünülmektedir
Kronik depresyon olguları ile major depresyon olguları tedavi uygulamaları
açısından karşılaştırıldığında önemli bazı farklılıklar izlenmektedir. Depresif belirtilerin başlangıcında hekime başvuru oranı kronik depresyon olgularında major depresyon olgularına göre anlamlı oranda yüksek bulunmuştur.Bu fark çalışmaya alınan major depresyon olgularının önemli bir kısmında depresif nöbetin süresinin bir ay gibi, görece kısa bir zaman olması ile açıklanabilir. Bunun yanısıra hekime başvuru oranının kronik depresyon grubunda % 74 gibi yüksek bir oranda görülmesi, bu olguların depresif belirtilerinin düşük şiddette olmasına karşın tedavi arayışlarının yüksek olduğunu düşündürmektedir. Sürekli depresif durum içinde tedavi uygulamalarına bakıldığında kronik depresyon olgularının büyük çoğunluğuna süreç boyunca yetersiz tedavi uygulandığı, daha az bir kısmının bir dönem yeterli tedavi gördüğü, süreç boyunca yeterli tedavi gören yalnızca 1 olgu olduğu görülmüştür. Kronik depresif hastaların önemli bir kısmında antidepresan tedavinin düşük dozlarda uygulandığı bilinmektedir. Bu durum depresyonun süregenleşmesine yol açan etkenler arasında sayılmaktadır. Depresif belirtilerin düşük şiddette oluşu, hastanın işlevselliğinde çok belirgin bozulma olmayışı hekimi yeterli süre ve dozda, etkin bir antidepresan tedavi uygulamaktan alıkoyuyor gibi görünmektedir. Tedavi edici dozun altında uygulanan antidepresan ilaçla depresif belirtilerde düzelme olmamakta ve bu durum depresyonun kronik seyrine katkıda bulunmaktadır. Etkin antidepresan tedavi uygulanamamasının bir başka nedeni de kronik depresyonun yeterince tanınmaması olabilir.
Bu çalışmada kronik depresyon tanısı almış olan hastalara şu an uygulanan antidepresan tedavilere bakıldığında da durum çok da farklı görünmemektedir. Kronik depresyon tanısı almış olan hastaların %63.5’ine ortalama, %25.4’üne yetersiz dozda antidepresan tedavi uygulandığı izlenmiştir. Antidepresanların yeterli dozda kullanıldığı olguların oranı ise yalnızca %11’dir.Bu durum hekimin kronik depresyon tanısını koymakla birlikte tedavide orta ve düşük dozda ilaç kullanma eğiliminde olduğunu göstermektedir.
Tedaviye dirençli depresyonlar da çoğu zaman kronik depresyon olarak değerlendirilmektedir. Tedaviye dirençli depresyon çeşitli araştırmacılar tarafından farklı şekillerde tanımlanmakla birlikte, genel olarak yeterli süre ve dozda uygulanan antidepresan tedaviye yanıt vermeyen depresyon, tedaviye dirençli olarak kabul edilmektedir. Tanım gereği tedaviye dirençli depresyonlar tam dirençli ve kısmi dirençli depresyon olarak ikiye ayrılmaktadır. Tedaviye dirençli depresyonların çoğunluğunu oluşturan kısmi dirençli depresyonlar yetersiz tedavilerden kaynaklanıp, uygun doz ve sürede antidepresan tedavi uygulandığında düzelebilmektedir.
Bu grubun süreç boyunca etkin dozun altında antidepresan tedavi gören, düşük şiddetli depresif belirtiler ile seyreden kronik depresyonlar ile örtüşme olasılığı yüksektir. Tam dirençli depresyon ise çok daha az oranda görülmekte ve yeterli süre ve dozda uygulanan antidepresan tedavilere karşın düzelme olmamaktadır. Ancak tam dirençli depresyonlar her zaman kronik değildir, spontan düzelmeler izlenebilmektedir. Her iki grupta geçmiş depresif nöbetlerdeki tedavi uygulamalarına bakıldığında kronik depresyon olgularının %60’ının daha önceki nöbetlerde hiç tedavi görmediği görülmüştür. Major depresyon olgularında önceki nöbetlerde tedavi oranı anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Bu bulgu yineleyen major depresif nöbetleri olan olguların bu nöbetler sırasında tedavi gördüklerini, ancak kronik depresyon olgularının çoğunda geçmiş depresif nöbetlerin tedavi edilmemiş olduğunu düşündürmektedir.
Bu durum major depresyon grubunda önceki nöbetlerin tedavi edilmesi sonucu yinelemeler ve arada tam düzelmeler ile seyrettiği, ancak kronik depresyon grubunda tedavi edilmeyen bir ya da daha fazla depresif nöbetin ardından kronik seyir geliştiği şeklinde de yorumlanabilir.
Sonuç olarak bu çalışmada kronik depresyon olgularının tedavisinde önemli eksiklikler izlendiğini söylemek mümkündür. Kronik depresif olguların depresif nöbet başlangıcında hekime başvuruları yüksek oranda olmasına karşın tedaviye başlanması geç olmaktadır. Sürekli depresif durum boyunca uygulanan tedavilerin de genellikle yetersiz olduğu görülmektedir. Kronik depresyon tanınsa bile antidepresan ilaçların tedavi edici dozun altında uygulandığı ve bu durumun hastalığın kronik seyrini daha da belirginleştirdiği düşünülmektedir.
Tüm bu bulguları bir neden-sonuç ilişkisi içinde değerlendirerek kronik depresyonun yalnızca yetersiz tedavi sonucu geliştiğini söylemek mümkün değildir. Ancak yetersiz doz ve sürede uygulanan tedavilerin depresyonun seyrini olumsuz etkilediğinin ve kronik bir süreçte daha uzun süre ve daha yoğun antidepresan kullanılması gerekliliğinin bilinmesi depresif bozuklukların seyri açısından önemli görünmektedir. Kronik depresyonun klinik özellikleri ve tedavisinin kendine özgü yönlerinin daha fazla aydınlatılmasını sağlayacak araştırmaların, özellikle izleme çalışmalarının gerekli olduğu inancındayız.
Depresyonun diğer ana kaynağı durumsaldır. Bu çevremizdeki bir şeyden etkilendiğimiz anlamına gelir. Mutsuz olmak için pek çok neden va ve kayıp, sarsıntı ve acıyla karşılaşınca bunalmak insanca tepkidir. Ama kayıptan kaynaklanan depresyon acı gibi zaman içinde azalır. Kronik depresyon değişiktir; zamanla geçmez, hatta giderek yaşamımıza egemen olur ve bu durumda hayatı yegane algılama kanalımız bunalımlı gözlerdir.
Kronik depresyon yaşayan insan öfkeli ve ben-merkezcidir. Kişisel gücünün yoğunluğunun farkında değildir ve kendi sorumluluğunu üstlenecek kadar güçlü hissetmez. Çevresindeki insanlar bu kişinin olumsuz gücünün yoğunluğunun farkındadırlar. Bu insanı sevmek zordor, çünkü kendisini ve başkalarını sevmekten kaçar. Kronik depresyon mutsuzluk gibi bir duygu değildir. Duygu yoksunluğu veya duygu yoksunluğu yaratan boğucu bir duygu karmaşası olarak tanımlanabilir. Kronik depresyon çaresiz görünebilir ama değildir. İnsanlar depresyonlarının üstesinden gelebilir.
Depresyonu yenmek istemek çok öenmlidir. Şunu bilinki sadece kendinizi bunalımda hissetmiyor, aynı zamanda bunalımlı bir şekilde davranıyorsunuz. Davranışlarınızı değiştirirseniz, zamanla duygularınızda değişir. Kendinizi yardım istemeye yetecek kadar süre depresyondan sıyırın. Cesareti deneyin, istemesenizde yeterli enerjiniz olmasada farklı birşey yapmayı deneyin. Ne olursa olsun bunu yapın ve cesaret gösterdiğiniz için kendinizi ödüllendirin. Kendinizi ve dünyayı algılama tarzınız sadece bir algılamdır, gerçeğin kendisi değildir. Algılama tarzınızı değiştirebilirsiniz. Gözlemlemeyi öğrenin. Bu zaman alır ama sizin zamanınız zaten var |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Psikiatri........... Salı Haz. 01, 2010 9:10 pm | |
| Vajinismus nedir?
Kadının evlendikten sonra, küçük yaşta geçirdiği çeşitli travmalar, yanlış bilgilendirmeler veya çeşitli fizyolojik sebeplerden dolayı kasılarak, eşiyle ilişkiye girememesine "vajinismus" adı veriliyor.
Hipnozla vajinismus tedavisi Dr. Murat Ulusoy, Türkiye'de daha çok kültürel değerler ile yanlış bilgilendirmelerden kaynaklanan "vajinismus" probleminin çaresinin hipnoz olduğunu savunuyor. Çünkü, küçük yaştan itibaren cinsel birleşme ile ilgili yanlış bilgilendirilen kadınlardan bir çoğu, evlendiklerinde de bu korkularını bilinç altlarından silemiyor. Büyük bir korku yaşayan kadında vajinismus problemi ortaya çıkıyor. Kadının eşiyle birlikte katıldığı hipnoz seaslarında, bilinçaltında yatan ve bu probleme yol açan korku ve endişe ortadan kaldırılıyor. Dr. Ulusoy, 4-6 seans devam eden bütün kadınların bu sorunlarını aştıklarını belirtiyor. __________________ |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Psikiatri........... Salı Haz. 01, 2010 9:10 pm | |
| Sağlık ''Uzun Yasamanin 10 Yolu''
Ömre ömür katan tavsiyeler Iyimser olun, evlenin, hayvan besleyin, stres ve sigaradan uzak durun gibi 10 maddelik liste birçogumuzun yabancisi degil. Ancak Amerikali bilimadamlari uykunun azi oldugu gibi fazlasinin da zararli oldugunu iddia ediyor. Uzun bir yasam mi istiyorsunuz? O zaman ise düs ...
''Terlemek Nedir, ve Neden Terleriz''
Yaz sicaklarini fazlasiyla hissettigimiz su günlerde, hepimizin en büyük kabusu onca deodoranta ve parfüme ragmen terlemek ve bunla beraber yasadigimiz koku problemi… Her ne kadar hos bir durum olmasa da terleme tüm saglikli insanlarda olmasi gereken vücudun su, tuz ve isi dengesini saglayan fizyolo ...
''Strese Çözüm''
Sabahlari bes dakika Gülümseyerek beyninizi uyarin. Gülmek hem bedeniniz, hem de ruhunuz için etkili bir ilaçtir. Gerildiginizi hissettiginiz anda bir kahkaha atin. Bu sizi daha mutlu etmekle kalmaz, ayni zamanda endorfin seviyenizi yükselterek bagisiklik sisteminizi de güçlendirir. Entelektüel perf ...
''Sigarayi Birakma Yöntemleri''
Sigarayi birakma yöntemleri Kendi kendine yardim: Herkes sagligini korumak için kendince yöntemler gelistirmeli. Kendi kendine yardim, sigarayi birakma motivasyonu ve inanci için çok önemli bir asama. Sigaranin yarattigi saglik risklerini ortadan kaldirmak için düzenli olarak egzersiz yapmali, yeter ...
''365 Gün Saglikli Yasam''
Uzmanlara göreyse, küçük ayrintilara dikkat etmek saglikli olmak için yeterli. University of Maryland'den Doç. Dr. Pamela Peeke, yil boyu saglikli kalmanin inceliklerini Glamour'a anlatti. - OCAK Sigarayi birakmak, yeni bir yila yepyeni, daha saglikli baslangiç yapmanin en iyi yollarindan bi ...
''Göz ve Seker Hastaligi (diabet) ''
Gözün anatomisi Göz, birçok parçadan olusan karmasik bir organdir. Iyi bir görme, bu parçalarin uyumlu biçimde çalismasina baglidir. Göz hastaliklarini daha iyi anlamamiz için, gözün nasil çalistigini anlamamiz gerekmektedir. Isik göze geldiginde, ilk önce korneadan geçer. Saydam kornea gözün önünde ...
''Refleksoloji Nedir''
Refleksoloji, binlerce yil önce Hindistan, Çin ve Misir'da uygulanmaktaydi. Eski Misir'da bu konuyla ilgili MÖ 2400 yillarina ait (6.hanedan dönemi) duvar resmi bulunmustur. Bu resimde 2 kisi diger 2 kisinin el ve ayaklarina reflexology uygulamaktadir. Refleksoloji, ayni zamanda Kuzey Amerika'da ...
''Osteoporoz Hastaligi''
Özellikle kadinlari tehdit eden bir kemik hastaligi olan osteoporoz hakkinda ne kadar bilgi sahibisiniz? Hiç kemik erimesi ölçümü yaptirdiniz mi? Yoksa siz de bunu ilk defa duyanlardan ve kendini bir rahatsizlik yasayana kadar ihmal edenlerden misiniz? Ama bilmelisiniz ki osteoporoz tedavisi zorunlu ...
''Menepozda Sismanlamayin''
Sisman kadinlarda daha erken olmakla birlikte, genellikle menopoz yasi 48-55 olarak belirtilmektedir. Organizmada degisiklikler gözlenir ve bunlarin basinda hormonsal degisiklikler gelmektedir. Bu dönemde tibbi tedaviyle birlikte saglikli beslenme ve düzenli fiziksel aktivite çok önem kazanmaktadir. ...
''Meme Kanseri Riski''
Saglikli bir yasamin sirlari elinizin altinda, tiklayin. Kadinlarin korkulu rüyasi olan ‘meme kanseri'nin görülme sikligi her geçen gün artiyor. Bazi kadinlarin diger kadinlara göre daha fazla risk tasidigini belirten Memorial Hastanesi Genel Cerrahi Bölümü'nden Doç. Dr. Gürsel Soybir, kim .alinti |
| | | | Psikiatri........... | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |