Dâr-ül Hikmet-il İslamiye, 25 Ağustos 1918 tarihinde Mehmet Reşat ve Şeyhülislam Musa Kazım Efendi zamanında "Bab-ı Meşihat" (şeyhülislamlık) dairesine bağlı olarak kurulmuş, "Yüksek İslam Şurası" benzeri dini teşkilattır.
9 aza ve 1 reis olmak üzere 10 kişiden oluşmakta, bir de katip bulunmaktaydı. 1918'den 1922'ye kadar 4 yıl faaliyetlerini sürdürmüş, toplam 28 kişi azalık yapmıştır.
Her biri üç azadan meydana gelen üç komisyon (kelam, fıkıh ve ahlak) bulunmaktaydı. Buraya tayin olunan azalar, bu üç komisyondan birine girebilecek kariyere sahip kişilerin arasından seçilirdi. Komisyonlar kendilerine gelen meseleleri müzakere eder ve karara bağlarlardı.
Teşkilatın görevi, devlet içinde ve İslam aleminde ortaya çıkan dini meselelere çözümler bulmak, yabancıların veya müslüman vatandaşların sorularına gerekli cevapları vermek ve halkı dini konularda aydınlatmaktı. Bunun dışında İslam aleyhindeki her türlü gelişme için kurumlar yazılı olarak uyarılıyor ve resmi müracaatlar yapılıyordu. Basında İslam aleyhinde yazı yazan yazarlara gerekli cevaplar veriliyor hatta cezalandırılmaları için Dahiliye nezaretine müracaat ediliyordu. Ayrıca "Ceride-i İlmiye" adında bir mecmua yayınlanıp dağıtılıyordu.
Reis ve azalar başlangıç itibariyle aşağıdaki gibidir, daha sonra değişikliklere uğramıştır.
REİS: Fetva emini Ali Rıza efendi
AZALAR:
1-Said Nursi (Risale-i Nur Külliyatı'nın müellifi)
2-Arapgirli Hüseyin Avni (medrese-i Süleymaniye ilm-i kelam ders-i âmmı),
3-Bergamalı Cevdet Bey (tefsir-i şerif müderrisi),
4-Ders-i Amm Şevket Bey (ilm-i nefis ve ahlâk müderrisi),
5-Elmalılı Ahmet Hamdi (mantık ders-i âmmı),
6-Şeyh Beşir (fuzela-yı mütehayyizeden Halep mebusu),
7-Şeyh Bedreddin (Şam ulemasından),
8-Hamdizade İbrahim (senedât-ı hakaniye şer'i memuru),
9-Mustafa Tevfik (Amasya müftüsü),
Baş Katip:
Mehmet Akif (dar-ül hilafet-i âliyye müderrisi, edebiyat-ı Türkî müderrisi ve Sebil-ür Reşad baş muharri
Dâru’l Hikmeti’l İslâmiye’nin Kuruluş Döneminde Osmanlı Devletinde Siyasi ve Fikri Durum
Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye, Mondros mütarekesinin arefesinde, Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecine girdiği, ülkenin bazı bölgelerinin işgal altında olduğu, sıkıntılı bir dönemde kurulmuştur. Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin kurulduğu dönem ve bir müddet öncesi, Osmanlı Devleti’nde savaşların sıkça yaşandığı, ülke topraklarının işgale uğradığı ve bunların neticesinde siyasî ve fikrî çalkantıların görüldüğü bir dönemdir.
Osmanlı-Rus savaşı neticesinde 3 Mart 1878’de imzalanan Ayeste fonos antlaşması ile ilk fethedilen ve yüzyıllarca yurt edinilmiş topraklar elden çıkmıştır. II. Abdülhamid (1876–1909) döneminde Balkanların yanısıra Ege’de, Doğu’da, Arap vilayetlerinde ve Kuzey Afrika’daki ülke topraklarının bir kısmı işgal edilmiştir. Savaş ve işgaller karşısında çok fazla bir şey yapamayan Abdülhamid, halkı bir arada tutmak ve o dönem yaşanan milliyetçilik dalgalarını engellemek için mücadele etmiştir. Birinci Meşrutiyet (1876) sonrası kurulmuş olan Osmanlı parlamentosu, Osmanlı-Rus savaşı nedeniyle, Abdülhamid tarafından kapatılmıştır. Padişah ülkede yeni bir dönem başlatarak otoriter bir idare tarzına yönelmiştir. Meşrutî idare taraftarları bu gelişmelerden sonra muhalefete katılmışlardır.3 Abdülhamid’in sıkı politikalarına rağmen, savaş ve toprak kayıplarının sürmesi siyasî ve fikrî çevrelerde yeni arayışları engelleyememiştir. Bu dönemde öne çıkan fikrî akımların en önemlisi “Genç Türk” hareketidir. Nitekim bu hareketin en önde gelen ekolü İttihat ve Terakki Cemiyeti 1908’de Padişah’ı parlamentoyu açmaya zorlamış ve daha sonra da Abdülhamid’in tahttan çekilmesini sağlamıştır.Abdülhamid döneminde Osmanlı Devleti’nde öne çıkan diğer akımlar ise, İslâmcılık ve Türkçülük’tür. Fakat bu dönemde, İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin çalışmaları daha etkili olmuş, anayasal ve meşruti rejime geçilmesi yönündeki mücadeleleri sonuç vermiştir. Sultan Abdülhamid yapılan bu baskılara dayanamamış ve 23 Mayıs 1908 tarihinde anayasal rejime geçmek ve meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalmıştır. Yapılan seçimleri İttihat ve Terakkî Partisi kazanmıştır. Meşrutiyet’in ilanı ilk başta Müslüman ve Gayrimüslim ahali arasında büyük memnuniyet ile karşılanmıştır. Fakat bu dönem uzun sürmemiş, huzursuzluklar devam etmiştir. Bu devrede, İstanbul’da “şeriat isteriz” sloganıyla ortaya çıkan ayaklanma, Selanik’ten yola çıkan Hareket Ordusu tarafından bastırılmıştır.6 Mebusân ve Ayân meclisi üyeleri, “Meclis-i Umumî-i Millî” adıyla toplanarak, 27 Nisan 1909’da Abdülhamid’in tahttan indirilmesine karar vermiştir. Bu karar, Sultan’a bildirilerek Selanik’e sürgüne gönderilmiştir. Yeni padişah Mehmed Reşad 27 Nisan 1909’da tahta çıkmıştır. Fakat ne padişahın değişmesi, ne de meşrutiyetin ilanı, iç ve dış huzuru sağlayabilmiştir. Bu dönemde yaşanan iç huzursuzlukların yanı sıra, dışarıda da savaşlar neticesinde toprak kayıpları devam etmiştir. Özellikle Balkanlarda huzursuzluklar sürmüş, Bulgaristan 5 Ekim 1908’de istiklalini ilan etmiştir. 6 Ekim 1908’de Yunanistan Girit’i ilhak etmiş, Avusturya-Macaristan ise Bosna-Hersek’i 5 Ekim 1908’de topraklarına katmıştır. 1910 yılında Arnavutluk’ta ayaklanma ve 1912’de Birinci Balkan Savaşı başlamıştır. Bu savaş neticesinde Osmanlı Devleti Balkanlardaki topraklarının büyük bir kısmını kaybetmiştir. Daha sonra yapılan İkinci Balkan Harbi neticesinde, bunların bir kısmı geri alınabilmiştir. Bu dönemde savaşlar sadece Balkanlar ile sınırlı kalmamış, İtalyanlar, Kuzey Afrika’daki son Osmanlı toprakları olan Trablusgarb ve Bingazi’yi işgal etmişlerdir.
Bu dış gelişmelerin yanı sıra, içerde de çeşitli ayaklanmalar yaşanmış ve İmparatorluk dâhilinde ırklar arasındaki ilişkiler daha kötüye gitmiştir. Ermeniler, Doğuanadolu’da yeni bir terörizm dalgası başlatmıştır. Osmanlı Devleti içerde ve dışarda çok sayıda sorun ile mücadele ederken, Birinci Dünya Savaşı patlak vermiştir. Dönemin yöneticileri, kaybedilen toprakları geri almak düşüncesiyle savaşı kazanacağını tahmin ettikleri Almanya tarafında yer almışlardır. 29 Ekim 1914’de daha önce Osmanlılara sığınmış olan, iki Alman gemisi, Enver ve Cemal paşaların emri ile Karadiniz’de Rusya’ya saldırmıştır. Çoğu kabine üyesinin haberdar olmadığı bu olay devletin Birinci Dünya Harbine katılmasına sebep olmuştur.Bu olay üzerine Osmanlı Devleti’ne savaş ilan eden müttefiklere karşı, 14 Kasım 1914’de “Cihad-ı Ekber” ilan edilmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı orduları Rusya, Irak, Filistin, Suriye, Arabistan, Çanakkale ve Galiçya gibi cephelerde savaşmak zorunda kalmıştır. Osmanlı orduları bu savaşta, Çanakkale gibi bazı cephelerde kahramanca mücadele etmiştir. Savaş Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlanmış, Osmanlı Devleti de topraklarının büyük bir kısmını kaybetmiştir. 3 Temmuz 1918 tarihinde Sultan Reşad’ın ölümü üzerine son padişah olacak olan, VI. Mehmed Vahdettin (1918–1922) tahta çıkmıştır. Savaş sonucunda Sadrazam Talat Paşa başkanlığındaki İttihat ve Terakkî Yönetimi istifa etmiş, yerine Cihan Savşına girmeye taraftar olmayan, Ahmet İzzet Paşa, hükümeti kurmuştur. Osmanlı Devleti galip devletler ile 30 Ekim 1918 tarihinde çok ağır şartlar taşıyan Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamıştır. Bu antlaşma adeta Osmanlı Devleti’nin yıkılışını hazırlamış, Anadolu’nun birçok bölgesi, Fransız, İngiliz, İtalyan ve Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir.1908–1918 yılları arasında Osmanlı Devleti’nin idaresinde etkili olmuş olan en önemli siyasî hareket, İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. 1889 yılında, birkaç askerî öğrencinin zihninde şekillenen ve ilk başlarda gizlilik içerisinde faaliyet sürdürmüş olan bu hareket, 19. yüzyılın ikinci yarısında, yoğunlaşan muhalefet teşkilâtlarının en güçlüsü olmuştur. İkinci Meşrutiyet’in ilanında büyük etkisi olan bu teşkilât, daha sonra cemiyet ve fırka olarak ikili bir yapı içerisinde, ülkenin karar verici gücü olmuştur. Bu cemiyetin 1908’de başlayan iktidardaki gücü, 1918 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın bitişine kadar sürmüştür. Cemiyetin ileri sürdüğü fikirler modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde de etkili olmuştur. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, ülke yönetiminde ve muhalefetinde etkileri görülen, bazı fikir akımları ortaya çıkmıştır. Devlet’in çok sayıda iç ve dış sorunlar ile karşılaştığı bu dönemde, ülke aydınları ve siyasileri tarafından ileri sürülen fikirler, kötü gidişatı durdurmak, birlik ve beraberliği, kalkınmayı sağlamaya yönelik idi. Devletin yıkılışını günbegün izleyen Osmanlı aydınları, ülkeyi tekrar ayağa kaldırmak ve kötü gidişatı durdurabilmek için, bir şeyler yapmak istiyorlardı. Onlar sadece entelektüel bir heyecanla fikir üretmemiş, ileri sürdükleri düşüncelerin ülke kurtuluşuna katkı sağlayacağına inanmışlardır. Bu dönemde ortaya çıkmış olan ve bir ölçüde destek bulan fikrî akımlarının başlıcaları şunlardır:
Parlementarizm: Bu fikri savunan müstakil bir hareket her ne kadar yok ise de, Tanzimat’tan itibaren ülkenin korunması ve birlik beraberliğinin sağlanması, bazı kesimler tarafından, anayasal ve meşrutî rejim ile mümkün olacağı, savunulmuştur. Türk aydınının hürriyet, eşitlik, adalet ve ilerleme taleplerini karşılayacak içeriğe sahip olan bu fikir, Ziya Paşa, Namık Kemal ve Şinasi kuşağından başlayarak Jöntürkler ve İttihat ve Terakkî ile devam etmiştir. Bu anlayışa göre, Osmanlı Devleti’nin mutlakiyetçi yönetim tarzı, ilerlemeye engel teşkil etmektedir. Çağdaş bir demokrasiyi öngörmeyen parlamenterizm düşüncesi, mevcut bunalımın aşılması için, Meşrutiyet’i bir çıkış yolu olarak görmekteydi. Nitekim bu düşünce Osmanlı idaresinde etkili olmuş, 1876’da Birinci Meşrutiyet’in ilanı ve Kanun-ı Esâsî’nin kabulü, daha sonra da İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile etkisini göstermiştir.
Osmanlıcılık: “Özellikle Fransız ihtilalinden sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun sorunlarından başlıcası haline gelen çeşitli unsurların bağımsızlık hareketlerini ve İmparatorluk’tan kopma çabalarını, her türlü etnik milliyetin üzerinde Osmanlılık kavramı yaratarak önlemeye çalışan siyasal düşünce hareketine Osmanlıcılık denilmiştir”. Bu fikir, İmparatorluğu teşkil eden bütün kavimler ve milletlerin, din, milliyet, ırk ve mezhep farkı gözetilmeden adalet, hürriyet ve eşitlik havası içerisinde bir arada tutulmalarını, öngörmektedir. Bu fikir Tanzimat’tan itibaren bütün fertleri, Osmanlı tabiri altında toplayarak, siyasî manada yeni bir millet oluşturma çabasının adıdır. Fikir; Osmanlı hanedanı, Osmanlı vatanı ve müşterek menfaat esaslarına dayanmakta idi. Osmanlı Devleti’nde, özellikle Türklerin yoğun olmadığı bölgelerde, Osmanlılık fikri üzerinde durulmuş ve böylece farklı milletlerin bir arada yaşamasına gayret gösterilmiştir. Fakat 1877–1878 Osmanlı-Rus savaşı Osmanlıcılık fikrine büyük darbe vurmuştur. Savaş esnasında, Balkanlarda ve Doğuanadolu’daki, Gayrimüslim halkın Müslümanlara karşı isyanı, bu düşünceyi savunanları hayal kırıklığına uratmıştır. Bu tecrübelere rağmen, Osmanlıcılık fikri tamamiyle etkisini kaybetmemiş Balkan Savaşlarından sonra Türkçüler, İslâmcılar ve Gayri müslimler bu kavrama farklı manalar yükleyerek savunmuşlardır. Osmanlı kavramı, Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar, Osmanlı aydınlarının birleştikleri ortak bir ideal olmuştur. Bu fikir siyasî bir hareket veya program olarak başarıya ulaşmamış, Tanzimat döneminde cazib bir fikir
hareketi iken, II. Abdülhamid döneminde yaşanan acı olaylar sonucunda yerini İslâmcılık ve Türkçülük akımlarına bırakmıştır.16 1913’ten sonra zayıflayan Osmanlıcılık fikri Birinci Dünya Savaşı döneminde tamamen sona ermiştir.
İslâmcılık: İslâmcılık fikri XIX. yüzyılın ortalarında Hindistan’da şekillenmiş ve daha sonra İmparatorluk dâhiline sirayet etmiştir.18 XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan İslâmcılık fikri, dinî bir akım olmaktan ziyade, siyasî bir nitelik taşımakta idi. İslâmcılık fikri, özellikle Abdülhamid döneminde, bir politika haline getirilmiş, Müslümanların İslâm’a sarılmalarını ve birlik beraberlik içinde hareket etmelerini öne çıkardığı için, Pan-İslâmizm olarak adlandırılmıştır. Abdülhamid döneminde, Osmanlıcılık ve Türkçülük’ten daha ziyade, birlik ve beraberliğin İslâmcılık fikri ile sağlanacağına inanılmış ve hilâfet kurumu ön plana çıkarılmıştır. Osmanlı aydınları arasında zaten var olan, işlerin düzelmesinin İslâmî değerlere daha sıkı sarılmak ile sağlanabileceği görüşü, Abdülhamid döneminde İslâmcılık fikrine dönüşmüştür. Bu fikrin ön plana çıkmasında Cemaladdin Efganî ve Muhammed Abduh’un büyük etkileri olmuştur. 1870 yılında İstanbul’a gelerek, Abdülhamid ile görüşen Efganî’nin İslâmcılık cereyanının ön plana çıkmasında büyük katkısı olduğuna dair kanaat vardır. İslâmcılık ceryanının yayın organı olarak kabul edilen Sırat-ı Müstakim ve Sebîlürreşâd mecmualarının etrafında toplanan aydınlar, bu fikri ön plana çıkarmışlardır. Bu politika, sadece fikir planında kalmamış, özellikle Abdülhamid döneminde, Arap unsurlarına ilgi gösterilmesine, sarayda ve brokraside görevlendirilmelerine, tarikat şeyhleri ile sıcak münasebetler kurulmasına neden olunmuştur.19 İslâmcılık, İttihâd-ı İslâm adı altında 1870’den itibaren Osmanlı Devleti’nin hâkim siyasî düşüncesi olmakla beraber bir fikir hareketi olarak ortaya çıkışı yaklaşık 40 sene sonra İkinci Meşrutiyet sonrasında, Sırat-ı Müstakim’in 14 Ağustos 1908’de yayın dünyasına girişi ile başlatılmaktadır.adülhamid döneminde büyük etkisi görülen bu fikir doğrultusunda, İslâm topluluklarıyla diplomatik temaslar kurulmuş, Hicaz demir yolu projesi faaliyete geçirilmiştir. Bu dönemde İslâmcılık fikrini savunan bazı partiler kurulmuştur. Bunlar; İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti, Cemiyet-i İlmiye-i İslâmiye ve bütünüyle İslâmcı bir kimliğe sahip olmayan, Hürriyet ve İtilâf Fırkası’dır. Abdülhamid, hilafet kurumuna yeni bir görünüm vermek bütün Müslümanların lideri olarak sahip olduğu imaji güçlendirmek için, tarikat şeyhleri ile diyaloğa geçmiştir. İslâmî değerlerin korunmasını savunan Mehmet Akif, Süleyman Nazif, Babanzâde Naim İslâmcıların önde gelen yazarları olmuştur.
Türkçülük: “Osmanlı İmparatorluğunda, özellikle İkinci Meşrutiyet sonrasında gelişen Türk milliyetçiliği konusundaki düşünce akımına Türkçülük denilmektedir”. Osmanlı imparatorluğu içinde yaşayan etnik gruplar dinî cemiyetleri esas alan bir yapı şeklinde değerlendirmeye tabi tutuluyordu. Bu yapıya göre, milletler ırka göre değil inançlarına göre değerlendiriliyordu. Buna göre, bir Yunan Milleti değil de Ortodoks Milleti vardı. Fakat 1789 Fransız devrimi ile başlayan milliyetçilik akımı, Avrupa ve Balkanlardaki toplumları etkilemiş ve Hıristiyan toplumda milliyetçilik hareketleri yaygınlaşmıştır. Bu hareket bir süre sonra, Osmanlı toplumunu oluşturan bütün ırklar arasında hızla gelişmiştir. Yaygınlaşan milliyetçilik akımı ilk başlarda Türk toplumu arasında görülmemiştir. Fakat özellikle Gayrimüslim halkın ayrılıkçı davranışları ve savaş dönemindeki ihanetleri, milliyetçiliği, Türkler arasında da kabul edilir bir hareket haline getirmiştir.
Türkçülük fikri, ilk önceleri Osmanlı toprakları dışında yaşayan Türkler arasında gelişmiştir. Özellikle Rusya, Azerbeycan, Kırım ve Ortaasya’da yaşayan Türkler arasında yaygınlaşan milliyetçilik, zamanla imparatorluk dâhilindeki halka da yansımıştır. İlk başlarda Türk tarihine ve Türk diline eğilme isteği daha sonra devlette, Türk unsuruna ağırlık verme şekline dönüşmüştür. 1908’de Abdülhamid’i Meşrutiyet’in yeniden ilanına zorlayan, İttihat ve Terakkî Cemiyeti mensubu çoğu subay, başlangıçta Osmanlılık siyaseti gütmüşler, Balkan Savaşlarında Gayrimüslimlerin ihanetini görünce, Türkçü olmuşlardır. Türkleşmek, muasırlaşmak İslâmlaşmak ilkeleri etrafında Türkçülüğü sistemleştiren Ziya Gökalp’in görüşleri 1912 sonrası iktidar devresinde devletin kültür siyasetine temel teşkil etmiştir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Türkçülük akımı tamamen siyasî bir çehre kazanmış, Almanlar tarafından da Ortadoğu politikalarına uygun bulunarak, desteklenmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında, İttihatçılar tarafından adeta bir devlet politikası haline getirilen Türkçülük fikri, Osmanlı Devleti’nin son döneminde ve hatta yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde de büyük etki yaratan bir fikir olmuştur.
Batıcılık: Batılılaşma fikri Tanzimat’tan itibaren doğmaya başlamış, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, özellikle İkinci Meşrutiyet sonrasında ortaya çıkan yenileşme çabalarıyla ilgi uyandırmış olan bir harekettir. Osmanlı Devleti’nin, Avrupa devletleriyle temasa geçmesi, bu ülkelerde elçiliklerin açılması sonucunda, bazı seçkin kişiler Batı’daki ilerlemeleri, teknoloji alanındaki gelişmeleri görmüş ve bunların alınması isteğini ön plana çıkartmışlardır. Batı’nın üstünlüklerini tartışılmaz bulan bu kesim, yeniliklerin alınmaması halinde, çağın gerisinde kalınacağını ve geleneksel değerlerin ülkeyi kurtaramayacağını savunmuşlardır. Batı’nın her yönüyle örnek alınmasını savunan ve “Garbçılar” diye adlandırılan bu kesim, Osmanlı idarecilerinin savunduğu teknoloji ithalini yeterli bulmayıp, düşünce sistemi dahil çoğu konuda Avrupa’nın örnek alınmasını istemişlerdir. Osmanlı Devleti’nde de etkili olan bu değişim süreci, sadece teknoloji alanında olmayıp edebiyat, mimarî, sosyal ve siyasî alanlarda Avrupa değerlerinin rağbet görmesine yol açmıştır. Batıcılık düşüncesinde olanlara göre, geleneksel değerler, geri kalmışlığın yegâne nedeni olarak görülmüş, çağı yakalamanın ve ilerlemenin bunlardan kurtulmak ile mümkün olacağı savunulmuştur. Modernleşme taraftarlarının bu görüşleri, toplumun hassas dengesini bozduğu gerekçesiyle, bazı kesimler tarafından tepki ile karşılanmıştır. İlk başlarda modernleşme taraftarlarının eskinin yanında yeniyi kurma ve bu şekilde ilerleme düşünceleri, daha sonraları dinî ve geleneksel değerlerin terkedilip bunun yerine Avrupaî değerlerin ikâme edilmesi şekline dönüşmüştür. Bu durum özellikle Meşîhat Kurumu gibi dinî çevrelerin tepkisine yol açmıştır. İkinci Meşrutiyet döneminde yaygınlaşan Batıcılık akımının öncüleri, Dr. Abdullah Cevdet, Celal Nuri ve Kılıçzade Hakkı basın yolu ile görüşlerine taraftar bulmaya çalışmışlardır. İlk başlarda çıkartılan Mehtap ve Şehtap dergileri ile çalışmalar yapan Garpçılar, daha sonra çıkarttıkları İctihâd dergisi ile yayın faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Batıcıların bu çalışmaları, idarî makamlarca takibe uğramış, dergileri kapatılmış ve yayınlarına ara verdikleri dönemler olmuştur. Batıcılar özellikle İslâmcılar ile sürekli tartışmalar yaşamışlardır. Nitekim Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye çalışmaları süresince Abdullah Cevdet gibi Batıcılık taraftarları kişilerin düşüncelerine tepki göstermiş ve bunlar hakkında idarî makamların takibat yapmasını istemiştir.
Batıcıların bazı düşünceleri Osmanlı Devleti’nin son döneminde kabul görmüş ve Avrupadan etkilenilerek, siyasî ve toplumsal alanlarda değişiklikler meydana gelmiştir. Fakat bunların asıl etkileri Cumhuriyet döneminde görülmüştür. Nitekim Cumhuriyet dönemi reformları, Batılılaşma taraftarları tarafından memnuniyet ile karşılanmıştır. Abdullah Cevdet’in çıkartmış olduğu İctihâd dergisi de ölüm tarihi olan 1932 ye kadar yayın hayatına devam etmiştir..
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde görülmekte olan bu fikir cereyanları, Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin kurulması ve çalışmaları üzerinde etkili olmuştur. Zira Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye bu dönemde yaşanan fikrî tartışmalar sonucunda dinin algılanışı ve dine karşı alınacak tavır, Meşîhat’ın yeniden yapılandırılması çerçevesinde, kurulan bir kurumdur. Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin çalışmalarını sürdürdüğü dönemlerde de bu akımlardan bazılarının etkileri devam etmiştir. Bu durum, kurumun faaliyetlerine de yansımış ve bazen bu fikrî cereyanların ele aldığı konular, Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin gündemine de gelmiştir.
ZEKERİYE AKMAN
DÂRU’L-HİKMETİ’L-İSLÂMİYE’NİN KURULDUĞU DÖNEMDE MEŞİHAT KURUMUNUN YAPISI
Meşîhat, başında Şeyhülislâm’ın bulunduğu kurumdur. Bu teşkilâtın bünyesinde, zaman içerisinde ilim ile uğraşan âlimlerin yanı sıra, dinî görevler ile yükümlü müftü, kadı, müderris, imam, hatip, vâiz, nakîbu’l-eşrâf ve meşâyih gibi dinî ve ilmî görev yapan kişiler görev almıştır. Şeyhülislâm ünvanı X. asırda, yüksek âlim ve fakihler için kullanılmıştır. Osmanlılardan önce İslâm devletlerinde bu unvanı alan kişiler olmasına rağmen, bunlar Osmanlılardaki gibi ilmiye sınıfının en yüksek makamı olarak kabul edilmemişlerdi. Başkent Müftüsüne verilen Şeyhülislâmlık unvanının, İstanbul Müftüsüne verilmesinden sonra, tarihî süreçte bu kurum için Meşîhat, Makam-ı Meşîhat, Meşîhat Dairesi, Meşîhat-ı İslâmiye, Bab-ı Meşîhat, Bab-ı Fetva, Şeyhülislâm kapısı gibi isimler kullanılmıştır. Osmanlı Devleti’nde ilk Şeyhülislâm olarak, II. Murad devrinde yaşayan Molla Fenarî bilinmektedir. Meşîhat: adalet, ilmiye, din ve vakıflar gibi günümüzde çok sayıda kurumun yürütmüş olduğu görevi, Osmanlı Devleti’nde, tek başına üstlenmiştir. Osmanlı Devleti’nde geniş yetki ve nüfûza sahip olan Şeyhülislâm ve başında bulunduğu Meşîhat Makamı’nın görev ve sorumluluklarında zaman içerisinde değişiklikler meydana gelmiştir. XIX. yüzyıla girerken, siyasî, sosyal ve kültürel hayatta önemli bir etkinliğe sahip olan Meşîhat Kurumu’nun, bu dönemden sonra başlayan yenileşme hareketleri çerçevesinde, nüfuzu kademeli olarak azaltılmıştır. II. Mahmud ve Tanzimat dönemlerinde, Şeyhülislâmlığın faaliyet alanları ve fonksiyonları sınırlandırılmıştır. Bu dönemde Şûrâ-yı Devlet’in kurulmasıyla Şeyhülislâmlık kazaî fonksiyonlarının bir kısmını kaybetmiştir. Tanzimat döneminde laikliğe doğru gidiş şeklinde devam eden hareket ve teşebbüsler 1876 Kanun-ı Esasîsi’nde anayasa teminatına kavuşmuştur. 1876 Kanun-ı Esasîsi’nde Meşîhat Makamı bir nezâret durumunda kabul edilmiştir. Fakat Şeyhülislâm atamasının, diğernezâretlerden farklı olarak yine Padişah tarafından yapılacağı belirtilmiştir. Tanzimat’ın son dönemlirinde adlî konularda sadece şer’î mahkemeler, Meşîhata bağlı kalmıştır. Yine bu dönemde Maarif Nezâreti’nin kurulmasıyla, Meşîhat’ın kontrolündeki eğitim görevi de sınırlandırılmış, sadece medereseler kuruma bağlı kalmıştır. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra, yenileşme ve batılılaşma çerçevesinde çoğu kurumda olduğu gibi Meşîhat’ın yapısında da değişiklikler yapılmıştır. Bu dönemde Meşîhat Kurumu’nun yapısı ve fonksiyonları ve yeniden ıslahı üzerine çok sayıda tartışmalar yaşanmıştır. 1916 yılında, şer’î mahkemeler Adliye Nezâreti’ne, Medreseler ise Maarif Nezâreti’ne bağlanmıştır. 1916 yılı ve sonrasında, Meşîhat Kurumu’nun yapısı ve fonksiyonlarında yapılan değişikliklerin, Ziya Gökalp’in etkisiyle olduğuna dair kanaat hâkimdir. Ziya Gökalp İslâm mecmuasında yayınlanan makalelerinde Şeyhülislâmlık müessesesinin sadece dinî konular ile meşgul olan bir kurum haline gelmesini ve dolayısıyla, dinî müesseselerin devlet işlerinden ayrılmasını tavsiye etmiştir. Gökalp diyanet ve kazanın birbirinden tamamıyla ayrı olduğunu, bu nedenle Şeyhülislâmlığın sadece din, itikat ve ibadet ile ilgilenmesi gerektiğini, kaza konularının Adliye Nezâreti’ne bırakılmasını istemiştir. Ziya Gökalp’ın Meşîhat Kurumu ve Diyanet hakkındaki görüşleri, İttihat ve Terakkî Partisi kongresinde kabul edilmiştir. İttihat ve Terakkî hükümetince, 1916 yılından itibaren yapılan değişiklikler çerçevesinde, Şeyhülislâmlık kabineden çıkartılmış, şer’î mahkemeler Adliye Nezâreti’ne bağlanmış, Evkaf İdaresi Meşîhat’tan ayrı bir daire haline getirilmiş, medreseler Maarif Nezâreti’ne bağlanmıştır.
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Meşîhat’ın yapısında ve görevlerinde yapılan değişiklikler sonucunda, kurumun faaliyet alanı sadece itikat ve ibadet gibi dinî konularla sınırlandırılmıştır. Bu dönemde yapılan değişiklikler çerçevesinde Meşîhat Kurumu’na bağlı yeni bir teşkilât olarak, Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye kurulmuştur. Tanzimat’tan itibaren görev ve yetkilerinde kısıtlamalaryapılan Meşîhat Kurumu’na bağlı olarak, 1918 yılında kurulan bu yeni teşkilâta din, eğitim, sosyal yaşam ve ahlâkî yapı gibi birçok alanda faaliyet gösterme yetkisi verilmiştir.
ZEKERİYE AKMAN alinti